“Hayat ne zaman normalleşecek?” Salgın günlerimizin en popüler sorusu. İnsanlardan yalıtılmış yaşama halinin bıkkınlığını, geleceğe dair belirsizlikler ve bir dizi kaygı çoğunluğun ruh hali. Üstelik bu ruh hali, dönmek istediğimiz, bugünlerimizin müsebbibi ‘normal’in ne olduğu üzerine düşünmemizin dahi önüne geçiyor. Yaşadıkları sıkıntı ve belirsizlikler insanların önceliklerini değiştiriyor, bir çıkış görememeleri baskıya, otoriterleşmeye boyun eğmeleri sonucunu doğuruyor. Bu tür dönemler yönetenlerin istedikleri değişiklikleri yapmalarına fırsat veriyor. Yönetenler krizi fırsata çeviriyor. Yaşadığımız anormallikler giderek normalleşiyor, yeni normalimiz oluyor.

Bakmayın siz salgından büyük dersler çıkarılacağını, dünyanın artık eskisi gibi olamayacağını söyleyenlere. Tarihin akışı ne yazık ki böyle ilerlemiyor. ‘İnsanlık’ büyük felaketlerden kendiliğinden ders almıyor. Eşitsizliklerin tarafı olan milyonlar siyasetin öznesi olmadıkça, böyle gelen böyle bile gitmiyor.

‘Anormalliğin normalleşmesi’ tabirini, geçtiğimiz günlerde Eğitim Sen Sakarya Şubesi’nin sosyal medya hesaplarından yayınlanan canlı yayına* konuk olan dostum Hakan Koçak’tan duydum. Kendisi yayında bu tabiri, iş yaşamında salgın önlemleri kapsamında uygulanan kimi çalışma modellerinin işverenler tarafından kalıcı hale getirilmesini tanımlamak üzere kullandı. Koçak’a göre, hizmet ve üretimin kesintiye uğramaması için uygulanan tedbirler sonucu ‘öyle de olabildiği’ görülen kimi anormallikleri, işverenler normal haline getirmek istiyor. Daha salgın etkisini yitirmemişken daha az insanla üretime devam etme, zaman mevhumu olmaksızın kimi işlerin evden yapılabilmesi ve işverenler için daha düşük maliyet sağlayacak farklı bir dizi çalışma biçiminin normalleşerek salgın sonrası da devam etmesi üzerinde duruluyor. İnsanlık değilse de, sınıf bilincine sahip kesimlerin yaşananlardan nasıl ders aldığına güzel bir örnek.

Anormalleşmenin normalleşmesi tabirini, günümüz koşullarında sadece iş yaşamı için değil bir dizi alan için kullanmak mümkün. En başta da siyasi gelişmeler. Onlara bakıp da Amerikalı siyaset bilimci Berter Ollman’ı anmamak mümkün değil. Demokrasinin en işe yarar tanımı olarak yaygın biçimde kullanılan, ‘halkın kendi kendini yönetmesi’ nin bugünü açıklamaya çok uzak olduğunu ifade eden Ollman şöyle söylüyor:

“Siyaset poker oynamak gibi bir şeydir. Yalnız bu oyunda bütün kuralları koyan karşınızdaki rakibinizdir. Siz beşten fazla kart alamazken o istediği kadar alabilir; onun yarım düzine jokeri varken sizin hiç yoktur; o sizin seçtiğiniz kartlara bakabilirken kendininkiler gizli kalır. Bütün ellerde kağıtları kendisinin dağıttığını ve hiçbir ceza almadan hile yapabildiğini söylememe gerek yok herhalde.

Fakat belki de sahip olduğu en büyük avantaj bu parodiye demokrasi adını takma yetkisine sahip olmasıdır. Böyle bir yetki sayesindedir ki pek çok insan üzerlerine giymeye zorlandıkları bu deli gömleğinin oyunu kazanma şansları üzerinde hiçbir etkisi olmadığına ya da çok az etkisi olduğuna inandırılır.”* 

'Bizim siyasetimiz zaten ne zaman normal oldu ki?' demeyip siyaset gündemimize dönüp baktığımızda, durumun yukarıda bahsedilenden farklı olmadığını görmek mümkün. İktidarın gündeminde 2 seçim yasası hazırlığı olduğu söyleniyor. Biri genel seçime diğeri ise meslek örgütlerinin yönetimlerinin seçilme usulüne dair. Tabi söyleniyor diyorum. Çünkü tüm bu hazırlıklar geniş kesimlerin ve muhalefet partilerinin görüşü alınarak yapılmadığından, biz sıradan kullar gelişmeleri ancak iktidara yakın gazetelere sızan haberlerden takip edebiliyoruz. Okuduklarımdan benim anladığım şu;

Genel seçimlere dair yapılan hazırlıklarda temel kriter ülkeyi yönetenlerin çoğunluğu kaybetmemesi. Barajlar, ittifaklar, seçim bölgelerinin belirlenmesi gibi konular bu temel kritere göre düzenlenmek isteniyor.

Meslek odası seçimlerinde ise durum bunun tersi. Yapılan düzenleme ile bugün meslek örgütlerini yönetenler artık yönetmesin isteniyor ve tüm temsil ve seçim yöntemleri değerlendirilirken gözetilen esas kriter bu.

Tarihe meraklı biri olarak ülkemizde seçim sistemlerinin çeşitli kereler değiştirildiğini ve tüm bu düzenlemelerin iktidarda olanların lehine sonuçlar doğurması gözetilerek yapıldığını bilmiyor değilim. Ama tüm bu değişiklikler hatta seçme hakkımızın önüne inşa edilmiş % 10 seçim barajı bile ‘ekonomik istikrar, süreklilik v.b’ gibi gerekçelerle savunulmaya çalışılırken, bugün yapılan düzenlemeler için böyle bir gerekçelendirmeye dahi ihtiyaç duyulmuyor. Hatta düzenlemeleri yapanlar ve savunanlar, en ufak bir meşruiyet kaygısı gütmeksizin neyi neden yaptıklarını açıkça ifade ediyorlar. Buna anormalleşmenin normalleşmesi dışında ne diyebiliriz?

Yazının girişinde de söyledim. Milyonlarca insan siyasetin bizzat öznesi olmadığı sürece belli ki bugün anormal gördüğümüz ne varsa yarın yeni normalimiz olmaya aday. Üstelik yaşadığımız felaketler arttıkça bu yeni normaller için bizlere gerekçe sunulmasına gerek bile duyulmadan.

Bu gidişin sonu ne mi olur?

İyisi mi cevap için biz şu salgın döneminde, üstelik bir Haziran gününde, dönüp yine Nazım’a kulak verelim:

‘Acayipleşti havalar,

bir güneş, bir yağmur, bir kar.

Atom bombası denemelerinden diyorlar.

Stronsium 90 yağıyormuş

ota, süte, ete

umuda, hürriyete

kapısını çaldığımız büyük hasrete.

Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm.

Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,

Ya dünyamıza inecek ölüm.’**

Sağlık ve umutla kalın.

*Bertell Ollman,Diyalektik Soruşturmalar,(Yordam Kitap,2011),18

**Nazım Hikmet,Stronsium 90,Yeni şiirler (6),(Adam Yayıncılık)