Hangisinden daha çok ağzımın payını aldım acaba? Hangisinde daha çok aldatılmış ve kullanılmış hissettim kendimi? Hangisinde daha çok düşündüm boşa kürek çektiğimi? Hangisi gerçek? Hangisi yalan?

Neden mi? Bu karşılaştırma. Geçtiğimiz haftadan olsa gerek. Malumunuz geçen Cuma sevgililer günüydü. Aşkı konu ederim yazıma diye düşünüyordum ki, cumartesi yapılan CHP il kongresinin hengâmesinin içine düşünce kongre ile ilgili bir şeyler karalayayım dedim. Bu kafa karışıklığı ile hangisini yazacağıma karar vermeden başladım yazıya. E haliyle başlıkta nasibini aldı bu kararsızlıktan.

İlk bakışta çok farklı iki kavram gibi görünüyor değil mi? Bence öyle değil. Yazmak için düşündüğümde her ikisinin hikâyelerinin sonunun bende yarattığı etkinin benzerliğinden çıkartıyorum bu sonucu. Ana başlık hangisinden olursa olsun, yaşanılan hikâye sonunda, kendimi aldatılmış, kırılmış ve yorgun hissediyorum. Her ikisinde de insanlara güvenim sarsılıyor. Geleceğe umutla bakamaz oluyorum. Böyle üstünden tır geçmiş gibi bir yorgunluk. Bin yıl yaşamışsın gibi bir bıkkınlık. Yuh artık bu kadarı da olmaz diyen bir şaşkınlık. Yerküreyi ayaklarının altından almışlar gibi bir boşluk hissediyorum iliklerime kadar. 

Bu düşüncelerle hafızamda geçmişi kurcalarken ilk aşkım geliyor aklıma. Mahallede misket oynadığım, futbol peşinde koştuğum, gazoz kapağı topladığım zamanlardı. Barbie bebekler yeni çıkmıştı ama bebek alacak paramız olmaması bir yana bebekle oynayacak kadar kız çocuğu hissetmiyordum kendimi. Saçlarımı annem iki yandan topladığı için Tv dizisindeki karaktere benzetenlerin ‘uzaylı zekiye’ diye çağırmasına kızıp kısacık kestirtmiştim. Kısa saçlı futbol ve misket oynayan her gün kavgaya karışan bir kız çocuğu olunca da “Erkek Fatma” lakabı üzerime yapışmıştı.

Yine de içimdeki küçük kız büyüyordu. Biri için pır pırdı yüreğim. Birlikte futbol oynuyor, birleşip kavgaya tutuşuyorduk. Dışarıdan baktığında iki kanka görünüyorduk ama içim öyle demiyordu. Sınıfta âşık olduğu kızı anlatıyordu bana. Kankası olarak dinliyordum onu. Hiç çaktırmıyordum. Yalnız kalınca da İbrahim Tatlıses’ten “mutlu ol yeter” şarkısını dinleyip ilk şiirlerimi yazıyordum. Okullar açılınca aklım gönlüm ondan uzaklaşıyor. Yazın birlikte vakit geçirmeye başlayınca, kaldığı yerden devam ediyordu. Dedikodu kavramı ile tanışana kadar farkında olmadığını sanıyordum. Kızlardan biri ilgimi fark edip yetiştirmişti, ona ve onun  “istemem, erkek gibi kız” dediğini de bana.

Erkek gibi olmayı ben istedim sanki. Babamın öğretmenlik yaptığı köyde yaşıma yakın abim sebebiyle erkekler ile oynayarak büyümüştüm. Kızları pek oynamaya göndermezlerdi. Toplumun erkek çocuklarına verdikleri önemi de fark ettiğimden olsa gerek erkek gibi olursam daha kabul göreceğimi sanıyordum. Çocuk iken çok önemi de yoktu. Ergenliğe doğru yol aldığımda fark ettim kız çocuğu olmanın zorluklarını. Erkekler ile oynamak bir genç kıza yakışmazdı. Hele ki futbol gibi erkeklere özgülenen oyunları oynaması abesle iştigaldi. Kız dediğin hanım hanımcık olmalı. Dantel ve örgü öğrenmeliydi. Oyun ise ‘Evcilik’ neyine yetmiyordu. Toplumun ona biçtiği ev hanımlığı rolüne oyun oynarken bile hazırlanmalıydı.

Yapmaya çalıştım aslında; danteli, örgü örmeyi de öğrendim ama hiç yakıştıramadım kendime. Hareketlerimi sınırlamaya çalıştım hatta buna zorlandım. Değiştirdim elimden geldiğince ama dilimi düzeltmem uzun yıllar aldı. Halen de çok kadın gibi konuşmadığımı söyler çevremdekiler.

Ergenliğe adım atmamla birlikte içimde yaşadığım platonik aşkım da büyümüştü. Artık erkekler ile arkadaşlığımız mesafeli olduğundan kızlardan arkadaş edinmeye çalışıyordum. Her şeyi konuştuğum komşu mahalleden bir kız arkadaşım vardı. Ona anlatıyordum umutsuz aşkımı. Beni dinleyip teselli ediyordu. Kırıtarak konuşup, etek giydiğinden olsa gerek onun söylediklerini ciddiye alıyordum. Genç kız olmayı benden iyi bildiğini düşünüyordum. Çekirdekten kız gibi yetişmişti neticede. Arkadaştık ama birbirimizle özelimizi paylaştığımız için aynı zamanda sırdaşımdı. Güveniyordum ona.

O sebeple hafta sonu olan düğüne onu da çağırdım. Beni süsleyip giydirecek. Yapacaklarımı söyleyecek ve umutsuz aşkımın dikkatini çekmemi sağlayacaktı. Kıyafetlerim arasından bir şeyler uydurup giydim. Öyle mini etek, dar pantolon giymem mümkün değildi. Makyaj da yapamazdım. Abim arıza çıkarırdı yoksa. Hazırlanıp arkadaşımı bekledim.

Geldi. Kırmızı bir elbise giymiş. Ona uygun da kırmızı bir ruj sürmüştü. Saçlarını jölelemiş ışıltılı küpeler takmıştı. Ben yanında renksiz ve sönük kalmıştım. Kıskançlık duygusu nedir bilmediğimden ‘ne güzel olmuş arkadaşım’ diye övünerek baktım ona. Güle oynaya düğüne gittik. Salona girdiğimizde aşkımı aradı gözlerim. Durduğu yeri tespit ettikten sonra tam karşısına oturacakken arkadaşım “sen sırtını dön otur, bayıldığını zannetmesin” dedi. Zaten gururumdan ölecek kıvamdayım. Hiç düşünmeden sırtımı dönüp oturdum. Arkadaşımda karşıma oturdu. Düğün başladı biz de sohbete koyulduk. Tüm gözlem işini arkadaşıma bırakmıştım ve talimatlarına uyuyordum. Karşımda oturuyor aşkımı izleyerek bana rapor ediyordu. “Buraya bakıyor sakın dönme arkanı” diyordu. Ben de dönmüyordum. Arkadaşım ise benimle sohbet ediyor, komik bir şey anlatmadığı halde şuh kahkahalar ile gülüyordu. Bir yandan da yüzüne düşen saçlarını eliyle savuruyordu. Bu durumu garipsememe rağmen vardır bir bildiği herhalde diye arkamı dönmeden bekledim. Söylediğine göre aşkım bizim o taraftan hiç gözünü ayırmamıştı. Bu durumda bütün düğünü sırtımı izleyerek geçirmişti. Bir gariplik vardı. Karşımdaki kız da o tarafa baktığına ve gülerek saçlarını savurduğuna göre arada kalan sırtımın ne etkisi olabilirdi ki? Bizim kızla bakışıyor olabilir miydi? Yok canım arkadaş arkadaşa bunu yapmaz ki. O baksa da benim arkadaşım biliyor ne hissettiğimi olur mu öyle şey diye düşünen beynimi susturmaya çalıştım bütün gece.

Ertesi sabah benimki kapıya dayanmıştı. “gelsene bir şey söyleyeceğim” diye beni aşağıya çağırıyordu. Aklımdan geçen olmasın diye dua ederek indim. Âşık olduğum çocuk, yanımdaki kızı çok beğendiğini aralarını yapsam yapsam benim yapacağımı düşündüğünden bana geldiğini söylemiş, arkadaşlık teklifini kıza benim götürmemi istemişti. Şaşırmamış gibi yaptım ve belli etmedim üzüldüğümü. Hallederim ben diye övünerek kankalığın hakkını da verdim üstelik. Nasıl olsa kıza söyleyince vereceği cevap belliydi. Yazık ilk defa reddedilecek diye de acıdım içten içe. Böyle düşünerek gittim kız arkadaşımın yanına olanları normalmiş gibi anlatıverdim. Sessizce dinledi beni. Ben kocaman bir tepki verir sanıyordum oysa. Yüzündeki gülümsemeden bunun gururunu nasıl okşadığı belliydi. Bana da istersem ağlayabileceğimi, kendimi rahat bırakmam gerektiğini salık veriyordu.

Çok kolay ağlarım aslında, yıllardır değişmeyen özelliğimdir. Buna rağmen ağlamadım kuyruğu dik tutup güçlü durmaya çalıştım. Kıza da isterse teklifini kabul edebileceğini benim için sorun olmayacağını söyledim. Bir kaç defa “sorun olmaz mı? Hakikaten” diye sorunca abarttım biraz da “hiç önemli değil yahu size benim saçma sapan duygularım mı engel olacak bakın ilişkinize” dedim. Kız “ne yapsam ne yapsam anneme bir sorsam mı” dedi. Bu beni şu ana kadar olanların arasında en çok şaşırtan şeydi. Bu ne rahatlık yahu! Anneme ben milyonda birini ima etsem kemiklerimi kırar, kıza bak annesine soracakmış. Ben duygularımı kendime bile zor söylüyorum. Kızgınlık, şaşkınlık, hayal kırıklığı karmaşasının ortasındayken “Sen ona biraz düşünecekmiş de” diyerek gönderdi beni.

Mahalleye döndüğümde benimki heyecanla bekliyordu. “Ne oldu?” diye sordu hemen. Ben de “biraz düşünmek istedi annesine soracakmış” dedim. “Aman ne geri zekâlı imiş bu kız da, annesine sormak ne demek sanki istemeye gideceğiz” diye diye söylenerek evine gitti. Ben de yaşadıklarımı derinlemesine düşünmek ve günlüğüme yazmak için eve koştum. O günden sonra görmedim kızı bir daha. Ama bir şekilde benimki ile iletişim kurmuş ve bir müddet çıkmışlar. “Kaprislerinden sıkıldım ve kaçtım” diye anlatmış benimki. Dedikodu ağı işlediği sürece elbette hiçbir şey gizli kalmıyordu.

Bir müddet sonra aşkımda bitti. Çocukluktu sonuçta. Bir kaç yıl sonraydı sanırım yine bir düğün vardı mahallede. Beyaz bir ceket pileli bir etek ve ilk kez topuklu ayakkabı giydim. Uzamış olan saçlarımı üstte toplayıp, kırmızı midye kabuğu şeklinde klipsli küpelerimi de takmayı ihmal etmemiştim. Büyümüştüm. Aşağıya inip arkadaşları beklemeye koyuldum. İlk defa kız gibi görünüyordum belki de. Tam o sırada benimki koşarak yanımdan geçti. Geçer geçmez de bir an durdu ve bana baktı. Gözlerindeki şaşkınlık görülmeye değerdi. Önce tanıyamamış, sonrada gözlerine inanamamıştı. Acelesi olduğundan fazla duramamış koşmaya devam etmişti ama bütün gece düğünde nereye baksam karşımda bana bakarken görmüştüm onu. Bir an bile ayırmamıştı gözlerini benden. Ertesi sabah kapımın zili çaldı yine. Bazı şeyler hiç değişmiyordu. Gelen benimkinin kuzeniydi. Yıllar önce beklediğim an şimdi gerçek olmuştu. O zamanların modası ile arkadaşlık teklifini kuzeniyle göndermişti bana. Bir cümle ile cevap verdim kıza. Süslemedim, açıklama yapmadım, gerekçe bildirmedim. Her zamanki net ifademle ve erkek Fatmalığıma yakışacak şekilde hiç düşünmeden çıktı ağzımdan o cümle “duymamış olayım”

Gerçekleri görmek ve anlatmak için bazen bir cümle yeterli oluyordu. Yaşadıklarımdan çıkarımlarım maalesef kısa cümlelerden oluşmuyordu.

Yoldaşını ve sırdaşını iyi seçeceksin. Ne kadar güvenirsen güven, her söylenileni koşulsuz kabul etmeyip en çok kendine ve aklına güveneceksin. Yol gösterici olarak kabul ettiklerinin gizli amaçlarına hizmet ediyor olabileceğini aklından çıkarma. Sırtını kime çevireceğini, yüzünü kime döneceğini dikkatli belirleyip her daim arkayı kollamak gerekir. Biri karşınızda anlamsızca gülüyor, sana olduğundan fazla samimi görünüyor ve seni gereksiz övüyorsa mutlaka arkasında gizlemeye çalıştığı bir plan vardır. İç dünyanda nelere mal olduğunu düşünmeden bencilce seni kullanmaya çalışanlar için değerlisin sanma. İşlerine yaradığın sürece hayatlarındasın. 

İyi niyetinden dolayı da suçlama kendini. Yapılan karşılığını bulur, söylenen sözlerin bedeli ödenir. Kazanmış sanıp kaybetmeye hazırlıklı olmalı, kaybettiğinde kazandıklarını görmeyi öğrenmelisin. Unutma insanların çoğu ambalaja bakar, bu yüzden seçimlerin çoğu yanlış yapılır. İçi bomboş olsa da süslü süslü cümleler ile kendini başka gösterenlere aldanan her daim bulunur. Ama her aldanışın sonu, gerçeklerin ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır.

Şimdi son paragrafı bir daha okuyun. Sizce bahsettiğim şey Aşk mı? Siyaset mi? Ne dersiniz?