Olanları olayın geçtiğimiz akşam bir gazeteci abimin ‘Kocaali’de olanlardan haberin var mı?’ telefonuyla öğrendim. Mardin’den fındık toplamak üzere Kocaali’ne gelen mevsimlik işçiler bir köyde saldırıya uğramıştı. Dünyanın öbür ucunda olan bir olayı bile dakikalar sonra öğrenebildiğimiz bir zamanda burnumuzun dibinde yaşananın nerede ne zaman olduğunu tam olarak öğrenmemiz ertesi günü buldu.

Olaydan sonra 21. Yüzyılda, üretici güçlerin mevcut kapasitesine rağmen nasıl olup da hala açlığın, yoksulluğun, barınma ve sağlıklı gıdaya erişim sorunun olduğu, insanların çalışabilmek için göç etmek zorunda kaldığı bir dünyada yaşıyor olduğumuzu düşündüm. Biraz da bu nedenle yazımın başlığı Orhan Kemal’in İç Anadolu’dan Çukurova’ya pamuk toplamaya giden 3 işçinin hikayesini ve hazin sonlarını anlatan romanından* geldi. 

Erden Kıral tarafından 1978-79 yılında sinemaya da aktarılıp, sıkıyönetim tarafından yasaklandığı için 28 yıl boyunca izleyici ile buluşamayan eser ile şehrimizde yaşanan olay elbette aynı değil. Çukurova’da geçen romandaki mevsimlik işçiler ‘toprak ağası’ denilebilecek büyük toprak sahipleri için çalışıyorlar. Söz konusu fındık olunca mevsimlik işçi çalıştıranlar ise kaderlerinin büyük ölçüde fındık tekelleri tarafından tayin edilmesinin etkisiyle ucuza işçi çalıştırmak zorunda olan küçük üreticiler. Yine eserde mevsimlik işçiler Çukurova’ya görece yakın bir bölgeden göç ederken, günümüzde yapılan yüzlerce kilometrelik yollar sadece kapitalizm için çok önemli olan pazarların birleşmesini sağlamakla kalmıyor, bulunabilecek en ucuz işgücüne ulaşımın olanaklarını da yaratıyor. Bu nedenle mevcut koşullarda en ucuza çalışabilecek işçiler ülkenin bir diğer ucundan buraya gelip çalışıyorlar. Bu ve başka farklılıklara rağmen 27 Mayıs öncesi ve sonrası olmak üzere tabiri caizse iki faklı kere yazılmış eserden onlarca yıllar sonra, ülkemizde ve dünyada hala insanlar hayatlarını sürdürebilmek için göç ediyorlar ve uzun saatler çalışmak zorunda kalıyorlar. Yaşanan sorunlar da ürün fiyatı sabit olduğundan, işverenin emek verimliliğini arttırmak için yaptığı baskıdan kaynaklanıyor.

Buraya kadar yazdıklarıma itiraz edecek olan olacağını sanmıyorum. Hatta kimi arkadaşlar, ‘işte biz de bunu söylüyoruz, olayın sebebi sınıfsal’ da diyor olabilirler. Lakin kazın ayağı pek öyle değil.

Söz konusu mevsimlik işçiler olduğunda, bu tür saldırılarda olayın sınıfsal boyutu ile etnik boyutu fazlasıyla iç içe geçiyor. Adı üstünde mevsimlik işçi. Bir bölgede çalışmak için yeterli emek arzı olmadığından, başka bölgelerden daha ucuza çalışmak üzere, kendi yaşadıkları yörede daha iyi bir alternatifleri olmadıkları için, olumsuz koşulları da göze alarak ‘geçici olarak’ çalışmak üzere gelen işçiler bunlar. Bu işçiler çoğu zaman da hep aynı bölgeden geliyorlar. Yani bir yıl Mardin’den, diğer yıl Tekirdağ’dan gelmiyorlar. Çünkü kapitalizm yapısı gereği eşitsiz gelişen bir sistem ve bu nedenle yoksulluk, işsizlik dünyanın ve ülkelerin farklı bölgelerine eşitsiz olarak dağılıyor. Yoksa yaşadıkları yerde fındık olduğunu zannetmediğim Mardinlilerin fındık toplamakta ekstra bir deneyim ve uzmanlıkları olduğunu sanmıyorum. Bırakın fındığı, aksini düşünürsek sanırım ülkenin her yerinde midye toplayıp satanların denize kıyısı olmayan Mardinliler olmasını açıklamamız mümkün olmaz.

Üstelik bu sadece bize özgü de değil. Pandemi koşullarında Avrupa sınırlarını tamamen kapamışken bile, Almanya ve Avusturya’ya Avrupa’nın daha yoksul bölgelerinden mevsimlik içiler Kuşkonmaz toplamaya gidiyorlar. Bu nedenle bir bölgeye bambaşka yerlerden insanların çalışmak için gittiği koşullarda yaşanan sorunların birden fazla boyutu olduğunu görmek gerekiyor.

Daha ayrıntısı için merak edenlerin Çiftçi-Sen’in Mevsimlik işçilerin yaşadıkları ile ilgili hazırladıkları açıklamalara bakmalarını öneririm.

Bu vurguları özellikle olay emek-sermaye çelişkisinden kaynaklanıyor deyip başka bir boyutu olmadığını düşünen solcu arkadaşlar için yapıyorum. Destekledikleri partilerin neo-liberal politik tercihleri, sermaye çevreleri ile yakın temasları olduğunda ya da yaşadıkları yerlere yakın bölgelerde gerçekleşen işçi direnişlerine destek vermek konusunda pek akla gelmeyen emek-sermaye çelişkisinin özellikle kimi insanlar tarafından bu olay vesilesi hatırlanmasına da üzünmeli mi sevinmeli mi açıkçası bilemiyorum. Bu parantezi Twitter’da Ebru Pektaş’ın konu ile ilgili Thompson'a atıfla yaptığı paylaşımla kapatalım. ‘’Bir şeyin sınıfsal olması, onu ırkçılık, cinsiyetçilik, dincilik gibi toplumsal koşullardan "steril" hale getirmez. Aksine sınıf, tarihsel, toplumsal, antagonist bir ilişkidir...ırkçılık denildiğinde sınıfı hatırlayanla, sınıf denildiğinde "steril ekonomik kategori" bilen aynıdır” demiş.Sanırım daha fazla söze gerek yok.

Olayın yerel kamuoyunda tartışılma şekline dair de birkaç şey söylemek gerekiyor. Açıkçası ben aynı şehirde yaşıyor olduğumuz için birilerinin yaptığı saldırı nedeni ile özellikle siyasilerin girdiği savunma psikolojisini anlamsız buluyorum. Birilerinin ırkçı saldırıda bulunmuş olması ne o yöredeki insanları ne de o şehirdekilerin tamamını ırkçı falan yapmaz. Ama bunun rahatça konuşamıyor olmamız ise durumu problemli hale getirir. Bu psikolojide il dışında şehirle ilgili yapılan genelleme ve ölçüsüz yaftalamaların etkisi olduğunu düşünsem de, yine de yaşanan problemleri tüm boyutlarıyla konuşabilmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Oysa ben olayı anlayabilmek için basit sorular sormanın yeterli olduğunu kanaatindeyim.

Saldırıya uğrayanlar çok uzaklardan değil de yakın bir köyden çalışmak için oraya gelmiş olsalardı saldırı cüreti ve şiddeti aynı şekilde olur muydu? Saldırıya uğrayanların ancak memleketlerine döndüklerinde şikayet edebiliyor olmasını doğal buluyor muyuz? Saldırıya uğrayanların saldırı esnasında kendilerine söylendiği sözlere baktığımızda, saldıranların saldırdıkları kişileri cumhuriyetin eşit bir yurttaşı olarak gördüğünü söyleyebilir miyiz? Son olarak olayı nasıl niteleyeceğimiz konusunda bizim nasıl düşünüp hissettiğimiz bir kenara, acaba saldırıya uğrayanlar nasıl hissetmiştir?

Sorulara verilecek cevaplar saldırının nasıl niteleneceğini de yanıtlayacaktır.

Bu vesile ile değinmek istediğim son bir konu var. Sakarya’ya dışarıdan bakan ve çoğu tahmin ediyorum ki kendini ‘muhalif’ olarak tanımlayan insanların, yaşanan her olaydan sonra yaşananın şehrin doğal ve değişmez kimi nitelikleri nedeniyle yaşandığını ifade eden sosyal medya paylaşımları. Olayların özellikle yerel kamuoyunda açıklıkla konuşulmasına katkı sağlamayan bu tavır bir süre sonra yaşanan olayların o bölge için normal olduğuna dair bir algıyı da besliyor. Sakarya’da yaşayan kimi muhaliflere de ‘bak bizim şehir böyle işte’ diyerek mücadele etmemeleri için sağladığı konfor da cabası. Bahsettiğim en uç örneğini ben bu satırları yazarken dolaşıma düşen videoda gördüğümüz bu bakışın, bir yerde yaşanan bir olay nedeniyle o bölgeye dair sabit, orada yaşayan insanların tamamını kapsayan nitelemeler hatta yaftalarda bulunmasının akıl ve bilim dışı olduğunu düşünüyorum. Hatta bir adım ötesinin de eleştirilen ırkçılığın sınırlarında dolaştığını bile söyleyebilirim.

Bu sözlerim üzerine ‘iyi de Sakarya söz konusu olduğunda yaşanan olumsuzluklarda şehrin dışarıdan bakıldığında görünen, hakim politik dokusunun hiç mi etkisi yok?’ denilebilir.

Bu pek tabi konuşulabilir. İtirazım yaşanan her şeyi bununla açıklama tavrının başka bir dizi şeyi görmeyi olanaksız kılması ile ilgili. Sakarya’ya sadece bu şekilde bakarsanız mesela şehrin çoğunluğunu oluşturan büyük işçi kitlelerini, metropollerden uzaklaşarak Sakarya’nın dört bir köşesine konuşlanan sanayi kuruluşlarının şehirde yarattığı doğa tahribatını ve buna karşı şehrin dört bir yanında yükselen itirazları, bu insanların tarım topraklarını yitirerek ya da artık geçimlerini sağlayamadıkları için hızla sanayi işçisine ya da işsizler ordusuna dönüştüklerini, bu dönüşümün hayatlarına etkilerini, nüfusu aldığı nitelikli emek gücü ile hızla artan Sakarya’nın bu artışın nedenlerinden biri olan aldığı görece nitelikli emek gücünün şehrin belli bölgelerinde yarattığı sosyo-ekonomik hatta politik değişimi, kimi OSB lerde çalışan ve hayatlarında daha önce karşılaşmadıkları sendika kavramı ile tanışan işçilerin direnci ve daha bir sürü şeyi göremez, gözlemleyemezsiniz.

Yoksa Türkiye’nin muhtemel en fazla kültür ve farklılığı barındıran bir şehirde bu ve benzeri saldırıların nasıl yaşandığı, bu çok kültürlülüğün içerisinde şehrin adı koyulmamış Millet-i Hakime’sinin olup olmadığı, Sakarya’nın aldığı emek göçü ve bu göçün işçi sınıfının yapısına etkisi kadar tersinden şehirdeki milliyetçi-islamcı dokunun sınıf oluşumunu engelleyici yanları ve daha bir dizi başlık üzerine düşünülmeli, konuşulmalı. İşin aslı düşünüyor ve konuşuyoruz da. Ama bunu anlamak, değiştirmek ve dönüştürmek için yapıyoruz. Yoksa Twitter’dan üç satırla pozisyonumuzu deklare edip, yaftayı yapıştırıp, olan biteni kınayarak ruhumuzu kurtardıktan on saniye sonra hayatımıza kaldığı yerden devam etmek için değil.

Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde adlı romanından bahsederek başladığım ve yine hayli uzayan yazımı romandan bir alıntı ile bitirmek istiyorum.

"İflahsızın Yusuf: ‘Hepimizinki de bir ekmek derdi mesela. Öyle değil mi?’

Köse Hasan: ‘Ne diyorsun Yusuf? Gözü çıksın. Yurdumuzu, yuvamızı ne diye teptik?"***

Yusuf’ların, Hasan’ların, Şilan’ların ve daha nicelerinin ekmek parasını kazanabilmek için, çoluk çocuk oradan oraya göç etmek zorunda kalmadığı bir memlekette yaşamak özlemiyle…

* Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde,

**Ben bu satırları yazarken Erol Mütercimler’in Sakaryalılara dair söyledikleri sözler sosyal medyada dolaşıma girmişti. Ben bu tür vakalara yapılacak en iyi şeyin cevap vermek yerine görmezden gelmek olduğunu düşünüyorum. Kendisini ona kıymet verip programlarına çıkaranlara havale ediyorum. Kıymeti benim nezdimde, bu açıklamaları öncesinde de 'bir komplo teoricisi' olmasından ibarettir.