Herkes farklı hayatlar yaşar denir. Oysa biliriz ki kapitalizm çoğunluğun hayatlarını birbirine benzetir. Yaşamak için çalışmak zorunda olmak, çalışma hayatının dışında kalan sınırlı zaman ve bu zamanda harcanacak sınırlı miktar, o zamanların birbirine benzemesine yol açar. Diziler, yarışma programları, dört duvar arasında geçirilen zaman en ekonomik olandır. Kendini geliştirmek ve gerçekleştirmek, geleceği ile ilgili olarak düşünmek ve eyleme geçmek çoğunluk için bir lüks haline gelir. İstenen hayat ve yapılacaklar hep ertelenir. Yaşamın içinde bunun istisnası -gitme olanağı olanlar için- üniversite zamanlarıdır. Her ne kadar günümüzde üniversite öğrencilerinin ciddi bölümünün okuyabilmek için çalışmak zorunda olduğunu düşünüp, cümleyi “üniversite zamanlarıydı” diyerek düzeltmek gerekse de, yazının konusu geçmiş zaman olduğundan böyle ifade etmekte sanırım sakınca yok.

Üniversite’ye dönersek, öğrencilik kişinin kendi ayakları üstünde durduğu, arkadaş ve yaşam tercihlerini yaptığı, kişisel gelişimine en fazla zaman ayırdığı dönemdir aynı zamanda. "Şanslı" isek, yani düzenli bir işimiz varsa, o kadar boş zamanı emekli oluncaya kadar bir daha bulamayız. Yine bu dönem, kişinin istediklerini yapabilmek için en fazla imkana sahip olduğu dönemdir. Öğrencilerin bazıları bir taraftan okurken bir taraftan iş hayatına giriş yapar. Daha öğrenciliğinde borsa ile ilgilenenlere rastlarsınız. Kimileri kariyerine yatırım yapar, daha öğrenciyken bölümü ile ilgili iş hayatına atılır; kimileri ise eğitimlerinden çok  kendi kişisel gelişimlerine ve sevdikleri, merak ettikleri şeyleri yapmaya zaman ayırır. Öyle ki, kimi zaman o meraklar kişilerin hayatın merkezine yerleştiğini ve giderek üniversitenin ikinci planda kaldığını, kişinin eğitimiyle hiç ilgisi olmayan bir dalda hayatını kazandığını görürsünüz. Muhtemel en mutlu olanlar bu insanlardır. Çoğu zaman imrenerek bakarsınız. Bunların dışında bir de kendilerine kalan zamanı olan biteni sorgulamaya ayıran, eşitsizlik ve adaletsizliklere kafayı takmış olanlar vardır. Okuyup araştırdıkça dünyanın değişeceğine olan inançları artar ve okul zamanlarından artan zamanlarını hatta itiraf edelim okul zamanlarını da buna ayırırlar. Sayıları 40 yıl öncesine göre hayli az da olsa hep beraber kurtuluşa inanan ve dışarıdan nafile bir çaba içinde gözüken bu öğrenciler, politik bir öğrencilik hayatı geçirirler. Dışarıda kalanlar için çoğu zaman anlamsız bir itiş kakışın içinde gözüken, mütemadiyen başlarını sıkıntıya sokan bu insanlar, aile dostlarının çocuklarına “daha az görüş onunla” denilenlerdir. Hatta kendi anne babaları -en iyi ihtimalle- “evladım okul bitsin iş güç sahibi ol öyle ilgilen bu işlerle” derler, bu arada aynı ailelerin iş güç sahibi olunduğunda da “iş güç sahibi oldun hala bu işlerle ilgileniyorsun” diyeceklerinden emin olabilirsiniz. Tecrübeyle sabittir. Hayatın ironisinden midir nedir, politik bir öğrencilik yaşamınız olmuş ise size o dönem siyaset de neymiş diye tuhaf bakan yaşıtlarınızın ilerleyen zamanlarda bir bir büyük partilerin yönetimlerinde yer aldığına şahit olursunuz. Anlatırlar, “Vaktiyle olanlara yeterince ses çıkarılsaydı ülke bu halde olmazdı”. Yüzünüzde gülümseme öylece bakarsınız. Bu yine de etrafınızdan oralara gitmişlere şahit olmaktan daha az acı verir. Konumuz bu değil, geçelim.

Eğer üniversite boyunca eşitlik ve özgürlük mücadelesine inamışsanız, bu sizinle aynı uğraş içindekilerle bir sürü ortak hikayenin, ritüelin olduğu anlamına gelir. Şehirler dönemler değişse de, bunlar kolay kolay değişmez. Filmlerde de canlandırılan, bol dumanlı uzun cümleli toplantılar, okul duvarlarına elde bantlar ile afiş asmalar, fırça ve tutkal, çok kişi kalınan öğrenci evleri, yumurta, kabak ve makarna ile yapılan onlarca çeşit yemek, mitingler, erkekseniz traşsız surat ve kitaplarla haşır neşir, tartışmalar ile geçen bir okul dönemi. Daha olumsuz tecrübeler de olur elbette ama yazının konusu itibariyle girmenin manası yok. Ritüellerin bir kısmı geçmiş mücadele ile bağın sürdürüldüğünü hatırlamak, bir geleneğin devam ettiriliyor olmasının gösterilmesidir. Davranış ve günlük yaşam biçiminin belirgin özelliği ise paylaşımın, bireysellik yerine birlikte bir şeyler yapmanın öne çıkmasıdır. Öyle ki kendi geleceğini düşünmek bile insanda içten içe mahcubiyet yaratır. Gün gelip reel siyasetten uzak kalmış bile olsanız, öğrendikleriniz, eğer içselleştirmişseniz artık yaşamınızın bir parçasıdır.

Nereden çıktı bu hatırlama diye düşünenler olacaktır. Malum ülke gündemi Telekom’un bankalara devri ve tuvalet kağıdından, gazete kağıdına kadar dövizdeki artışın neden olduğu zamlar. Bu nedenle bir sürü eski yazı, haber sosyal medyada tekrar paylaşılıyor. Adını hiç duymamış olan gençler SEKA’yı duydu. Mehmet Ali Kağıtçı’nın yaşam öyküsü paylaşılmaya başlandı. Tüm bu olanların, paylaşılan haber ve yazıların ben de etkisiyse öğrencilik dönemimin bi film şeridi gibi gözümün önünden geçmesi oldu.

Hemen ne alaka demeyin. Öyle ki bir solcu olarak öğrenciliğiniz 90’lı yıllarla başlayıp 2000’li yıllara kadar uzanan bir döneme tesadüf etti ise -yaşayanlar bilir-, politik mesainizin hayli bir kısmı sürekli satılmaya çalışılan ve satılması gündeme getirilen kamu kuruluşlarını korumaya çalışmak ve çalışanlar ile dayanışmak ile geçmiştir. Özelleştirme karşıtı mitingler, dağıtılan bildiriler, açılan standlar, afişler. Petrol-İş sendikasının başını çektiği Tüpraş’ın özelleştirilmesine karşı kampanya, Telekom’un özelleştirilmesine karşı kampanya ve SEKA’nın özelleştirilmesine karşı Selüloz-İş öncülüğünde fabrikasını işgal eden işçilere ülkenin her yanında destek kampanyaları, defalarca yapılan fabrika ziyaretleri, aylarca süren Tekel işçilerinin Ankara direnişi ve fazlası. Tüm bu faaliyetler esnasında okullarda, sokaklarda bir dizi musibetle uğraşma da cabası. Sovyetler Birliği’nin kısa süre önce yıkıldığı bir dönemde onunla özdeşleştirilen kamu kuruluşlarını savunmaya çalışma, yapılmak isteneni ve başımıza gelecekleri ısrarla insanlara anlatma çabası.

Tüm bunları düşünürken Sakarya’da yerel gazetelerin artık Pazar günü çık(a)mayacak olması nedeni ile Sezai Abi’ nin (Matur) gazetesi Yeni Haber’de yazdığı samimi dertleşme yazısını okudum. Kendisi kısmi özeleştiri de içeren yazısında, bugün ithal kağıta bağımlılık nedeniyle yaşanan sürecin ülkedeki kağıt fabrikalarının satış dönemi başladıklarını söylüyor ve “milli kağıt fabrikalarımıza sahip çıkmadık” diyordu. Sezai Abi’nin samimi biçimde ifade ettiği bu gerçeğin nedense ısrarla etrafından dolanılıyor, iklimden olsa gerek, çoğu yerde kararın bir protesto gibi algılanmaması gerektiği hem bu sayede yerel basın emekçilerinin düzenli tatil yapabileceklerine vurgu yapılıyordu. Alın size bir sapla saman vakası.

Oysa mesela dönemin Kristal-iş Eğitim Uzmanı Zafer Aydın 2005 yılında Birgün Gazetesi’nde yazdığı yazıda, SEKA’nın kuruluş sürecini ve kurucusu Mehmet Ali Kağıtçı’nın en başından itibaren kuruluşun engellenmeye çalışıldığını anlattığını ve bunları “sabotaj” olarak nitelendiğini belirtmiş. 1970’li yıllar boyunca güçlü sendikal hareket nedeni ile kapatılamayan fabrika ile ilgili daha 1967 yılında Türkiye İşçi Partisi(TİP) Milletvekili Şaban Erik’in yaptığı meclis konuşmasında ““Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda öngörülen yatırımların ihmal edilmesinin Türkiye’nin 1962-65 yılları arasında dışarıya 284 milyon liralık döviz ödemesine” yol açtığını söylerken bir anlamda Mehmet Ali Kağıtçı’ nın tezini doğruladığını anlatan Aydın, 2005 yılındaki yazısında şu soruyu soruyor;

“Bugün Seka’ da olup bitenleri yerli kağıt üretimine karşı rövanş peşinde koşanların sabotaj girişimi olarak adlandırmak yanlış olmaz. Bir fabrikadan 7 fabrikaya büyüyen bir işletme son birkaç yılda zarar etmişse, hurda diye satılan makineler özel sektörde takır takır çalışıyorsa, işletmeye ait altı fabrikanın değerinin altında satıldığı söyleniyorsa, son 25 yılda işletmelerin modernizasyonu için hiç bir şey yapılmamışsa, Dış Ticaret Müsteşarlığı verilerine göre Türkiye kağıt karton ve kağıt karton mamulleri için 2004 yılında 1,5 milyar dolarlık dışalım yapmışken bu ürünlerin bir kısmını üreten milyarlarca dolarlık bir yatırım toprağa gömülmek isteniyorsa burada “sabotaj” ihtimalinin olmadığı söylenebilir mi?”

Cevabı siz verin..

Benim ki, Sezai Abi’nin dertleşme yazısına karşı çeşitli kereler ve henüz park değilken fabrika SEKA önüne gitmiş bir üniversite öğrencisinin hatırlama ve hatırlatma yazısı. Hatırlayalım ve hatırlatalım ki, bugün de fabrika önlerinde, okullarda bir şeyler anlatmaya çalışan genç öğrencilerin çabası bu sefer boşa gitmesin ve unutmayalım ki bu ülkede yerli olana sahip çıkmanın yegane yolu aynı zamanda onları tarihin her döneminde savunanlara da sahip çıkmak.

Pazar gazetelerimize en kısa sürede kavuşmak dileğiyle.