İlkokula başladığım günü hatırlıyorum. Ağlaya ağlaya okula gitmiştim. Çantam yoktu çünkü. Öğretmenim babamdı. Okul eve bitişikti ama çantam olsun istiyordum. Annem ben çanta diye tutturunca kuran kabını duvardan indirip vermişti bana çanta niyetine. Bu beni daha çok ağlatmıştı ama anneme hayır demek mümkün değildi ve babam çanta alamadığı için üzülmemeliydi. Gözyaşlarımı saklayarak gittim okula. Yaşadığımız köy ilçeye en uzak köydü. Haftada bir gün o da Perşembeleri bir traktör inerdi ilçeye, römorka tüm köy ahalisi doluşur ilçede kurulan pazara giderdi. Geçmek bilmezdi o Perşembe günleri… Akşam olsun da babam pazardan eli kolu dolu gelsin diye dört gözle beklerdik. Mutlaka balık getirirdi gelirken. Balık dediğime bakmayın hamsiden başka balık olduğunu bilmezdim o zamanlar. Perşembe demek balık kokusu demekti. Pazar poşetlerinde çikolata aramak demekti… (Günlere anlam yüklemek çocukluktan gelen bir alışkanlık bende galiba) İstediğim çantaya kavuşmak için Perşembe gününü beklemeliydim. O Perşembe daha da geçmek bilmedi ama neredeyse benden büyük bir çanta ile geldi babam. Kuran kabından kurtulmanın sevinciyle önemsemedim kocaman olmasını. Kırmızı olması benim için yeterliydi.

Köyden şehre gelip okumaya başlayınca çanta daha da önemli olmaya başlamıştı. Çeşitleri artmıştı. Yetmez gibi bir de marka belası çıkmıştı başımıza. Kimin zengin çocuğu olduğu çantasından, şifreli kalem kutusundan ve pastel boyasından anlaşılıyordu. Şimdiki çocukların cep telefonlarını, tabletlerini yarıştırması gibi bizim zamanımızın yarışı da buydu. Bizimkilere göre lüzumsuz masraf olan gereçleri, biz o yaşta hayati sanıyorduk. Mahalledeki okula gidiyor olsaydım, orada ki çocuklarda bulunmadığından bunları öğrenemezdim. Ama babam iyi okul olsun diye caddede ki okula yazdırmıştı. Şimdiki tabirle “tikilerin” arasında kalmıştım. Çantam geçen yıldan kalmaydı. Annem “sonra alırız” demişti. Okul açılırken pahalı oluyordu çünkü. Zaten bizim nesil istediklerine ulaşmak için beklemek gerektiğini en iyi bilen nesildir. Tutturmaya hakkı olmayan çocuklardık, böyle büyüdüğümüzden herhalde kendi çocuklarımıza ikinci kez isteme fırsatını bile vermiyoruz. Bu yüzden nereye baksak, yokluk görmüş anne babaların yetiştirdiği tatminsiz çocuklar görüyoruz.

Ortaokulun başlarıydı yeni çanta almamışlardı ama ilkokulda ki gibi krize çevirmemiştim. Sınıfımda iki kız vardı. Ekonomik düzeyleri sebebiyle kendilerini üstün zanneden cadde kızlarıydı. Onlara göre de ben varoştum. Çünkü okul kıyafetim kurallara uygundu. Formamın etek boyunu kısaltmıyor ve altına kısa beyaz çorap giymiyordum. Üstüne üstlük çantam markasız ve eskiydi. Sabah tören sırasında arkamdan konuşurlarken duymuştum. Dünyada hiçbir dertleri yokmuş gibi arkamdan çantamla dalga geçiyorlardı. En kötüsü de bunları duymam için adeta çabalıyorlardı. Benimle dalga geçtiklerini bana duyurduklarında kendilerini daha iyi hissediyorlardı muhtemelen. Duyduklarıma rağmen dönüp bir şey söylemedim. Üzgünlük ile utanç arasında bir duyguyla sınıfa girdim.

Ben olanları düşünürken sınıf öğretmenimiz derse geldi. Derse başlamadan “Çocuklar sizi tanımak için bir form dağıtıyorum. Sorulanları çekinmeden ve bir şey saklamadan cevaplayın. Benden başka kimse okumayacak merak etmeyin” dedi. Anketteki sorular aile fertlerimizi tanımaya ve sosyo ekonomik durumumuzun tespitine yönelikti. Hepsini cevapladım. Son soru şöyleydi; Şu anda ihtiyaç duyduğun bir şey var mı? Bu soru için tek cevabım vardı. Hiç düşünmeden “Çanta” yazdım. Eve gidince de anneme çanta diye ağlandım. Birlikte gidip çanta aldık. Ertesi gün gururla sırtıma takıp gittim okula. Kızlar için bir şey değişmemişti. Sırada arkamda yine konuşuyorlardı. Aldığım çantada standartlara uymuyordu. Dalga geçmeye devam ediyorlardı. Kırmızı bulamadığım için pembe almak zorunda kalmıştım ama yine de mutluydum. Bu nedenle onları umursamadım.

Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. O kızlardan biri doğum gününü kutlayacak ve evinde bir parti verecekti. Sınıfın varoşları olan ben ve birkaç arkadaş çağrılmayacaktı. Bu nedenle gizli organize ediliyordu parti. Bizde biliyor ama haberimiz yokmuş gibi davranıyorduk. En yakın arkadaşımı davet etmiş ama bana söylememişlerdi. Bir hafta sonra Cumartesi günü yapılacaktı gizli doğum günü partisi.

Bizden habersiz organize edilen partinin her ayrıntısına hâkimdik. Doğum günü kızının evinde müzik seti olmadığını ve gelirken getirecek bir arkadaş aradığını da duymuştuk. Doğum gününe 3 gün kala müzik seti getirecek kişinin ailesi izin vermediğinden gelemeyeceği haberi düştü gündeme. Bizim kızda muhteşem partisinin müziksiz olması ihtimali ile her yerden müzik seti aramaya koyuldu.

Halam Almanya’da yaşayan bir stokçu olduğundan evimizde kasetçalardan plakçalara, katlı-taşınır, çeşit çeşit en az 10 tane müzik seti vardı. Kız çaresizce müzik seti ararken ben Yaşar Usta gibi “Ey cadde kızı sen mi? büyüksün ben mi ?” diye düşünüyordum. Benim çağrılmamama içerlemiş olan arkadaşım bu fırsatı kaçırmamış “Ohhoo Yeliz’lerde sürüsüne bereket müzik seti var ama davetli olmadığı için ondan isteyemezsiniz yazık” demiş ve söylerken aldığı keyfi de bana aktarmıştı.

Cuma günü gelmiş çatmış ama müzik seti sorunu hala çözülmemişti. Ben sıramda kitap okurken kız önümde ki sıraya gelip oturdu ve gözlerini gözlerime dikti. Sanki hiçbir şey bilmiyormuş gibi bütün sevimliliğini takınmış haliyle “Yeliz’cim yarın doğum günüm var sende gelir misin?” dedi. Bir müddet baktım yüzüne. Onun için çok zor olmalıydı. Üzüldüm haline. “Müzik seti lazımsa getireyim, doğum gününe davet etmene gerek yok, ben takılmam bunlara merak etme” dedim. Samimiyetle söylemiştim bunu ama kız iyice mahcup olmuştu. “Yok, gerçekten sen gel, müzik seti de getirme gel, gerçekten gelmeni istiyorum” dedi. Yıllarca herkesin gözünde arayıp duracağım samimiyeti bulmak için gözlerine baktım. Ve hep yapacağım gibi samimi olduğuna inandım. Bulduğum o samimiyet duygusuna tutunarak “Peki, gelirim” dedim.

Ertesi gün hediyemi paketleyip, müzik setini sırtlayıp yola düştüm. O ağırlıkla epey yürüdükten sonra vardım evlerine. Kız beni kapıda karşıladı. Müzik setine bakmadı bile. Çocuklar alıp kurup çalıştırdılar. Doğum günü boyunca kız yanımdan ayrılmadı. Hediyeme binlerce kez teşekkür etti. Bir anda partinin en önemli misafiri olmuştum. Adidas çantam yoktu ama hiç kimse de olmayan bende vardı. Onlardan daha zengindim ama sebebi müzik seti değildi. Birinin yokluğu ile dalga geçmemiştim. İntikam duygusu aklıma gelmemişti. İyi kalmayı tercih etmiş ve kıza yanlış davranışını düzeltmesi için şans vermiştim. Bunlar şimdiden geriye baktıklarımda çıkarımlarım tabi. O yaşlarda bunları planlayamıyor insan. Birinin canını bilerek acıtmak bana göre değildi hepsi bu.

Parti bittiğinde müzik setimle eve dönerken bir eşyanın insanların gözünde seni nasıl değiştirdiğini düşünüyor ve Hoca Nasreddin’e hak veriyordum. Yaşadıklarım “Ye kürküm ye” atasözünün uygulamalı hayat anlatımı gibiydi. Arkadaşlarım içinde “para ile imanın kimde olduğu belli olmaz” atasözü geçerliydi sanırım. O yıllarda evinde 10 müzik seti olan fakir olamazdı. Oysa halam Almanya’da atılanlardan toplayıp toplayıp getiriyordu. Hiç birini para verip almamıştık ki. Bu bilinmediği için arkadaşlarımın gözünde artık zengin sınıfa mensuptum. Öyle sanıyorlardı ama fazla uzun sürmeyecekti.

Birkaç gün sonra sınıfa nöbetçi öğrenci geldi “isimlerini okuduklarımı müdür bey çağırıyor” dedi. Benim ismimde okunduğundan arkadaşlar ile müdürün odasına gittik. Odaya girdiğimizde müdürün yanında bir sürü ayakkabı, çanta, eşofman olduğunu gördük. Bir hayır sahibi okula bağış yapmış ve ihtiyacı olan öğrencilere dağıtılmasını istemişti. O anket sonuçlarından ihtiyacı olan çocuklar tespit edilmiş meğer. Bende hem memur çocuğu olup hem de çantaya ihtiyacım var yazınca tespit edilen çocuklardan olmuştum. Müdüre “öğretmenim annem bana çanta aldı ihtiyacım yok” diye anlatmaya çalışsam da çekindiğim için almıyorum zannettiğinden işe yaramıyordu. “Vallahi billahi çanta aldım” diye yemin edince inandı. Ama bu sefer de ayaklarıma bakıp “ayakkabı al o zaman çocuğum yeni ayakkabın olsun” diye ısrar etmeye başladı. Ayakkabım da eski görünüyordu demek. Müdürün ısrarlı tavrından kurtulmak için spor ayakkabılardan birini aldım. Yanımdaki çocuklarda ihtiyaçlarını aldılar. Müdür böbürlenerek “Şimdi doğru sınıfa” dedi. Elimize tutuşturulan sadakaları sanki herkes görsün ister gibi hiçbir poşete falan da koymamışlardı. Elimde ayakkabı ile sınıfa girdiğimde yaşadığım utanma duygusunu bu gün bile anımsarım. Evinde 10 müzik seti olan ‘zengin’ , ihtiyacı olan çocuklar için getirilen yardımlardan almıştı. Ya da en iyi ihtimalle sınıftakilerin “biz zengin zannettik ama fakirmiş kim bilir kimin müzik setini getirdi” diye düşüneceklerini bilmek beni yerin dibine sokmuştu. Kızlar şimdi daha beter dalga geçecek sanıyordum. Öyle olmadı. Ne o kızlar ne diğer arkadaşlarım sanki biz elimizdekilerle sınıfa girmemiş gibi davrandılar. Kimse ne soru sordu ne bizim kendimizi kötü hissedeceğimiz bir şey söyledi. 12-13 yaşlarındaki çocuklar, koskoca müdürden daha düşünceli çıkmışlardı.

Yani dostlar demem o ki ihtiyaçlar insandan insana farklılık gösterir. Biri için hayati olan, diğeri için çok anlamsız olabilir. Bazılarımız bir kırmızı çanta ile çok mutlu olurken, bazılarını 50.000 dolarlık çanta bile tatmin etmeyebilir. Kimimiz yaşamak için evde kalırken kimi aç kalmamak için ölüme koşabilir. Neye ne zaman ihtiyaç duyacağımız bilinmez. Bana lazım olmaz demeyin. Seçeneklerinizi geniş tutun.

Hayatınızı plansızca riske atarsa birileri ekmek bulamazsanız luppo yiyin.