Biz çocukken mahalle arkadaşlıkları, mahalle kavgaları  ve maçları çok meşhurdu. Şimdi şehirlerde mahalle kültürü yok. “Mahalle” sözcüğü muhtardan aldığın ikametgahta çok büyük önem taşıyor. Ve çocukların ağzında neredeyse mahalle sözcüğünü duyamazsınız. Mahalle arkadaşı, mahalle maçı, mahalle kavgası, mahalle namusu(!) biz çocukken önemli tamlamalardı…

    İşte bahsettiğim o mahalle kavgalarında sayı çok önemliydi. Çünkü karşı taraf ne kadar çok olursa yenmek o kadar zor olurdu. Ama bazı iri cüsseli, yumruğu sert, gür sesli çocuklar vardı ki herkesin korktuğu; Onlar tam bir baş belasıydı. Bu çocuklar bir iki kavgada birkaç çocuğun burnunu kanatmış, okkalı birkaç tekme atmış ve namları dedikodu halkası gibi yayılmıştı. Bu sert(!) çocuklar her zaman uzak durulması gereken kişilerdi. Ve bu çocuklar cüsselerinden ve cahilliklerinden aldıkları güçle çocukluğunuzu cehenneme çevirirlerdi. Bunlar sanki mahallelere serpiştirilmişti bizim çocukluğumuzda; her mahallede bir tane bulunması adettendi sanki. Ve kavgaların çoğunda bazı korkaklar bu çocukların arkasına sığınırdı. Böylelikle iktidar olmak için gereken desteği halktan almış bulunuyorlardı.

Elbette biz de çocukluğumuzda  mahallemizdeki bu sert(!) çocukların birinden  nasibimizi almıştık. Durup dururken topumuzu ister, bakkaldan çikolata almamızı emreder, tam oyun kurmuşken gelip oyunumuzu bertaraf ederdi. Onun sokağa çıkması kendisi için konfor bizim içinse bir zulümdü. Bu zulüm bir süre devam etti;ta ki canımıza tak edene kadar. Bir gün akrabalığın verdiği doğal örgütlülükle üç kuzen sert çocuğun karşısına dikildik. Ona artık topumuzu vermeyeceğimizi söyledik. Cinsiyetimizden dolayı bizi kolaylıkla alt edeceğini düşünmüş olacak ki fütursuzluğu aşarak üzerimize yürüdü. Tabi bize göre fütursuz bir hareketti. Oysa bu hareket onun için doğal bir davranış şekliydi.Çünkü o karşı mahallenin iktidarıydı.Ancak biz geri adım atmamaya yeminliydik. İşin ucunda bir burun kanaması, karna tekme ve ortalama otuz kırk saçın kopması vardı; ama göze almaya değerdi. Çünkü o zorbanın bitmek bilmeyen keyfi isteklerini artık yerine getirmek istemiyorduk. Bizim ona diklenmemiz kendisini biraz şaşırtmış olacak ki “Gelin!” dedi; “ Bire karşı üç…. Bakalım ne kadar dayak yiyeceksiniz?”

Önceden kararlaştırdığımız stratejik hücum planını devreye soktuk. Ve azıcık yerde sürüklenme dışında fazla hasar almadan karşı mahallenin iktidarını yerle bir ettik. Tabii üç kızdan yediği dayak da zorbaya bir kara leke gibi yapıştı. Çünkü o yaşta bir erkek çocuğunun bir kızdan dayak yemesi onur kırıcıdır. Sanki dayak yemek onurlu bir davranışmış gibi sorun dayağı kızdan yediğinde ortaya çıkıyordu. 

Bire karşı üç…Bir kişiye karşı üç kişi…. Bir kişiye karşı binler, yüz binler, milyonlar…

Şu dünya oldukça tuhaf bir yer. Halkları yöneten iktidarlar ve iktidarların yalakaları, halk kadar kalabalık olmamasına rağmen, halka rağmen, halkın zararına bir sürü karar alıp uygulayabiliyorlar. Savaşlar, soykırımlar, katliamlar iktidarların elinde bir bilgisayar oyunu gibi bir düğmeyle başlatılıyor; oyun başlıyor. Senaryolar yazılıp çiziliyor, siliniyor, yenisi yapılıyor, eskisi çöpe atılıyor. Halklarda biraz homurdanma başlasa da kimse “Durun ya bir dakika bu senaryoları bizim için, bize rağmen yazamazsınız!” demiyor.

Hafta başında okullar açıldı.  Binlerce çocuk güzide şehrimizde bitmemiş okullarında derse başladı. Bitmemiş diyorum çünkü yaz aylarında devlet okullarında hummalı inşaat çalışmaları başladı. Müfredat değişikliği eğitimcilere “Artık bu müfredat sizin namusunuzdur!” diye sunuldu.(Şaşırdınız değil mi? Ben de çok şaşırmıştım duyduğumda. Ne mutlu ki hala şaşırabiliyoruz!)”Çok farklı bir sistem getirdik!” denildi. Altı ya da yedi yıl evvelki sistemin aynısı olduğunu çoğu eğitimci fark etti, ses çıkarmadı. Veliler imam hatip okullarına çocuklarını göndermemek adına özel okullara kayıt yaptırdılar:  “Bir mahallede neden iki imam hatip orta okulu var?” diye hiçbir veli ses çıkarmadı.Okulların açılmasına iki gün kala müdür yardımcısı olmayan okullara müdür yardımcıları atandı ve doğal olarak müdür yardımcıları hiçbir işi yetiştiremedi. Müdür yardımcıları da ses çıkarmadı. Ve bir akşam TEOG kaldırılacak denildi; ertesi gün TEOG kalktı. Bütün veliler, öğrenciler sevinç naraları atmaya hazırlanmıştı ki aslında TEOG’dan daha acımasız bir sınav sistemiyle karşı karşıya kaldıklarını fark ettiler; velilerin de sesi çıkmadı. 

Bazı özverili aileler “Ne yapalım bu sene de doğal gazı daha az yakarız, eti daha seyrek yeriz, makarnaya talim ederiz yine de çocuğumuzu özel okulda okuturuz.” dediler ve şehirde onlarca özel okul açılmasına mahal verdiler. 

Eğer sanatçı ya da bilim adamı değilseniz bu dünyaya bırakacağınız en iyi eser çocuğunuzdur; ya da ben öyle düşünüyorum. Eğitimle yaz boz tahtası gibi oynayıp, çocuklarınızın eğitimde bir kobay gibi kullanılmasına rıza göstermek esere zarar vermiyor mu sizce?

Ve düşünmeden edemiyor insan. Bu yeni eğitim sistemi eğitimi özelleştirmiyor mu?Peki özel okula çocuğunu gönderemeyecek olan ne yapacak? Onun çocuğu okumayacak mı? Sistem ona da çözüm bulmuş elbette: İmam hatip okulları.. Öyle ya eğer paranız yoksa seçme şansınız da yoktur. Eğitimde fırsat eşitliği mi? Canı cehenneme…

Bu durumda tabloya bakarsanız ülke genelinde milyonlar mağdur oluyor. Ama milyonların da bu duruma ses çıkarttığı yok zaten. Çıkan sesler de “Zaten her şeye de  muhalefet bunlar!” denilip bertaraf ediliyor.

Son zamanlarda Zülfü Livaneli’nin “Son Ada” adlı romanını okuyorum tekrar tekrar...

Romanda; 

Darbeci bir başkan, emeklilik yıllarını geçirmek üzere, herkesin her şeyiyle hoşnut olduğu cennet bir adaya yerleşir. Başkan, ruhuna dek işlemiş olan yıkıcılık potansiyelini, geçmiş politik gücünden de yararlanarak kullanmaya kararlıdır. Bu doğrultuda tüm adayı etkileyecek müdahalelere girişir. 

Önceleri sıradan görünen bu müdahaleler, sonunda düşmanı düşmana kırdırmaya dek varır. Başta martılar olmak üzere, ada halkı dahil tüm canlılar Başkan'ın acımasızlığından payını alır; ancak durdurulamaz görünen bu gidişe direnen bazı sesler de vardır. Özellikle martılarla girdiği savaşı kaybeder darbeci başkan. Martıları yurtları olan adadan kovmaya çalışır. Bunun en iyi yolu da martıları yok etmektir. Adamlarına martılara ateş etme emrini verir, yumurtalarını kırar. Martılara karşı büyük bir katliam başlatır. Kısa süreliğine adadan uzaklaşan martılar geri döndüklerinde ağızlarıyla topladıkları taşları ada sakinlerinin üstüne atar, bazıları kamikaze yaparak evlerin çatılarını mahvederler. Bazıları insanları gagalarıyla tehdit eder. Ve cennet adayı  bir anda cehenneme çevirirler. Çünkü onlar adanın gerçek sahipleridir ve hakkı olanı almak için birlikte hareket ederler. 

Bir yanlışa sessiz kalmak aslında o yanlışın daha da güçlenmesine sebep olur. Zaten bir yerde kötülük varsa orada herkes biraz suçlu değil midir?

Karşı mahallenin çocuğuna gelince bir daha sadece bizim değil kimsenin topunu gasp etmeye cesaret edemedi. Biz de karşısına geçip gövde gösterisinde bulunmadık. Ama bir şeyi iyi öğrendi: Ne kadar güçlü olursanız olun şayet yanlışsanız birileri size karşı durduğunda onları geri püskürtmek için korku salsanız da artık bir şey ifade etmez. 

Çünkü karşınızdaki o insanlar korku eşiğini çoktan aşmışlardır……