“Kötülük kabarıp zonklamaya başladı kentlerin şafağında… Zamanın dazlak kafasından dehşetten ok gibi otlar bitti birden. Bir terzinin elinden kurtulup yürümeye koyuldu pantolon hem de tek başına; içinde ayak falan da yoktu. Bense bir küfür gibi dolanıyorum ortalıklarda. İstediğiniz kadar bağırın, duyurun sakat olduğumu.  Neye yarar çığlıklarınız? Gidin dolaşın topraklarımı boydan boya… Ve bana birbirine benzer iki ayak getirin. “

Yıllar önce bir seminerde paylaşmıştı bir katılımcı bu tiradı. Kimin olduğunu bilmediğim ama anında ezberlediğim ve her hatırladığımda dehşete düştüğüm bir tiraddır. 

O zamanlar sadece tiradlarda dehşete düşme lüksüm varmış. Bugün her yeni haberle, her yorumla dehşete düşüyor ve dehşet içinde yaşıyorum günümü.  

Bir savaş vermekle savaşın içinde olmayı karıştırdık bugünlerde. Biz; bazı kesimlerin vicdanlarının sustuğunu söylüyor, onları eleştiriyor ve onların ıslah olmayacağını düşünüyorduk. Ülkemize ve insanımıza olan sevgimizden söylüyorduk söyleyeceğimizi. Hatta sadece kendi ülkemiz için değil bütün insanların iyiliğini savunuyor; bir mücadele vereceksek, herkes için bütün insanlık için vermemiz gerektiğini söylüyorduk. 

Örgütlü olmanın gerekliliğinden bahseder, olaylara bilimsel yaklaşılması gerektiğini savunur, anlayış ve hoşgörünün olmazsa olmazımız olduğunu ifade ederdik. 

 “ Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz” diyenlerdendik, demeyi onur meselesi edenlerdendik, bundan gayrisi mümkün değil diye savaşanlardık. 

Etnik köken, mezhep, dil, din bizim için ayırıcı özellikler değildi. Ayrıştıranı, ötekileştireni ayıplar, yok sayardık. 

Biz neydik beee! Diyesim geliyor şimdi. 

Utanıyorum. 

Bugünse;

Bütün yorumlardan, bütün yazılanlardan, bütün mürekkeplerden, bütün sözlerden, bütün görüntülerden utanıyorum. 

Vatanın sağ olmasından utanıyorum. 

Mültecilerin zulmünden utanıyorum. 

Biz 36 şehit verdik; ancak 257 Suriyeli rejim askerini etkisiz hale getirdik ( ne ince bir davranış öldürdük denmemesi(!)) utanıyorum. 

Denizin ortasında kalmış bebeğin gözlerindeki korkudan utanıyorum. 

İki sınır arasında kalmış onca insanın dramından utanıyorum. 

“Bütün Suriyelileri bir otobüse koyalım; sizi Avrupa’ya götüreceğiz diyelim, sonra da  İldip’in ortasında bırakalım” yorumundan utanıyorum. 

Şu an İldip’te bir askerin daha şehit olmasından utanıyorum. 

Ama bu utancın nedeni ne iktidar ne iktidar yalakaları ne de dış güçler. Bu utancın nedeni yollara düştüğümüzde, sokağa çıktığımızda bize destek veren kendilerini bizden sanan insanlardır.

Biz sizden değiliz. Eğer sizdensek biz de insan değiliz…. 

Şimdi daha dehşetli bir hal aldı yazının başında yazdığım tirad. Kötülük zonklamaya başladı gerçekten. Kentler çürümüş insanlık kokuyor. Üstelik işaretleyebileceğin bir düşmanın da yok. Çünkü dost da düşman da karıştı. Sağduyularını yitirmiş bir halk var bu topraklarda. Bu şucu bu bucu deyip sınırı çizebileceğin toprak parçası da kalmadı. Çünkü senden bildiklerin insan içine çıkartmayacak laflar ediyorlar. Bütün dünya bir utanç duvarı sanki.  

“Hangi taşı kaldırsak çaresizlik” demiş ya şair, hangi taşı kaldırsak utanç şu zaman diliminde. 

Beni en çok sen yoruyorsun bu yüzden!

Senin bu neyi nereye koyduğunu bilmediğin, neye çatacağını anlamadığın, hiç dinlemeden yok saydığın bu faşist tarafın yoruyor. Çünkü karşı cepheyle savaşmak kolay; kolaysa aynı menzilde kendinden bildiğinle çarpış bakalım. Daha kendini restore edememişsin bana mı ülke inşa edeceksin demezler mi adama? Beylik laflarınız, sloganlarınızın altında nur topu gibi bir vicdansızlık yatıyor diye taşlamazlar mı bizi? 

Beni çok yoruyorsun bu yüzden. Senin bu sözleri bırak söylemen aklına bir an düşmesi bile insanlık suçudur. Sana ve söylemlerine susmayacağım, alışmayacağım, seyirci kalmayacağım:

Susarsak çıldırırız. 

Alışırsak kaybederiz. 

Seyirci kalırsak yok oluruz…

Ve Sen!

Bana birbirine benzer iki ayak getirmesen de olur. 

Bu faşizme ayak olma yeter…..