Gece yarısından sonra yağan yağmur ıslatmış bütün şehri, sabaha ayazı kalmış. Erken kalktım belki yazabilirim diye. Geçen bir hafta boyunca, aylardır kullanmadığım bilgisayarı açıp, boş Word dosyasına beyhude bakmıştım. Bu sabah da değişen bir şey yok. Tek bir cümle çıkmıyor. Yüzüme su değince zihnim belki uyanır diye banyoya geçtim.

Lavabonun başında, yüzümü sıvazlayan parmaklarımın arasından aynaya bakınca kendi yansımamla göz göze geldim. Aynadaki gözlerin içine bakıp, bir yabancıyla konuşurcasına sesli düşündüm… “Neden en yakınlarından başlayayım ki, en yakınları bu kadar uzaktayken üstelik. Ulaşabildiklerime gidip onlarla konuşmayı deneyebilirim. ”

Bu fikir bana gayet mantıklı geldi. Yakın akrabaları şu an gidemeyeceğim uzaklıktaydılar. Oysa onunla aynı yıllarda, aynı köyde yaşamış, eş dost akrabalarla onu konuşmak, onların dimağlarındaki suretini bulmak ilginç olabilirdi. Bir anda karar vererek, bilgisayar ekranındaki beyaz boşluğa kibirli bir bakış atıp çıktım evden.

Otobüsün camından sonbaharın doğaya dokunuşlarını seyre daldım, elimdeki simidi tırtıklarken. Babaannem duysa burun kıvıracağı bir yere onu aramaya gidiyorum, onun hikâyesini dinlemeye. Annemin dayısı Sevdin, bana bir buçuk saatlik uzaklıkta. Babaannem yaşasaydı ve burada olsaydı vereceği tepkiyi hayal ediyorum;

“ Peeeh! Benim hakkımda konuşmaya onun yanına gideceksin, öyle mi? Ona sorular soracaksın, hem de benimle ilgili? O daha götüne parmağını sokmasını beceremez be… Daha dün ne yediğini bilmeyen Sevdin’ e beni soracaksın… O Sevdin ki; kendi çocuklarına sahip çıkamamış, sünepenin, beceriksizin teki yahu! Ne söyleyecekmiş benim hakkımda? ”

Dudaklarını büzüp zemheri soğuğu bakışlarıyla beni süzecek. Sonra anlaşılamamış, ihanete uğramış edasıyla gözlerini kısarak, konuşmadan uzaklarda bu sahnenin benim görmediğim tanıklarına bakacak. İstinasız tüm evlatlarının, gelinlerinin ve torunlarının her tınısını çok iyi tanıdığı, sesinin iniş çıkışlarında hangi cümlenin geleceğini bile bildiği, kedi miyavlamasını andıran ağlamaklı halini takınacak;

Ben aç kaldım, susuz kaldım, yapayalnızdım, kimsesizdim. Rızo bana kocalık mı yaptı sanıyorsun? Tövbeeee! Erkekleri beceriksiz, kadınları cahil o köyde gece gündüz çalıştım. Ağa kızıydım sorsan. Ama yemedim, içmedim yoktan bir aile yarattım. Gün oldu kuru ekmek geçmedi boğazımdan. Gün oldu, öküzün yanında sabana koştum, erkeklerin yanında tırpana durdum…”

Şimdi sesi daha metin, az önceki hezeyanlardan kendini arındıracak, bir taraftan olmayan gözyaşlarını çiçekli jarse eteğinin ucuyla silecek, sonra bir kabadayı gibi bacaklarını açarak oturacak bir köşeye. Başını kaldırmadan ömrü boyunca şifa dağıtan kudretli ellerini ovuşturacak. Hayattan dersini almış bilge sesiyle uzlaşmaya daha yakın, sadece anlatıcı rolünü giyinerek, hepimizin hayatı boyunca defalarca dinlediği bu anlatıya devam edecek:

O lanet köye gelin gittiğimde, dört erkek benim başıma kaldı. Dedenler anasız babasız amcalarının evinde yanaşma gibi büyümüşler… Ne rahat bir döşek bulmuş cesetleri ne de sıcak bir çorba geçmiş boğazlarından. Başlarını sokacak bir damları bile yoktu sefillerin. Amcalarının ırgatlarının evini verdiler ben gelin gidince. Ev dediğime bakma, ahıra bitişik toprak bir dam işte. Al duvağımla attan indiğimde yüzüme çarpan yoksulluk midemi bulandırdı.

Ortanca kaynım Abid, bir köşede sefil sefil oturmuş, elinde bir parça tandır ekmeği, ikide bir burnunu sıvazlayıp “ valla dananın boynuna ipi dolanmış, tekme savuruyor ahıra giremedim, inekleri yaylaya çıkaramadım. Biri gidip amcama söylesin, bu gün meraya çıkmayacağım” diyor. Köşedeki küreğe ilişti birden gözüm, şeytan dedi; al o küreği vur şunun ağzının üstüne, çek kulağından götür dana nasıl kurtarılıyormuş ipinden göster.

Demedim tabi… Nasıl diyeyim, yeni gelinim, al duvağım yüzümde daha. Sessizce gittim evin hemen karşısındaki ahıra, duvağı attım başımdan geriye. Aldım direğe takılı orağı, vurdum hayvana öteye kaysın boynuna uzanayım diye. Geçirdim orağı ipe. Azad ettim danayı. Getirdim herkesin dikeldiği mutfağın ortasına bıraktım urganı. Hepsi şaşkın gözlerle bir yağlı urgana, bir de bana baktı. Gelin olmayaydım… Ah, ilk günüm olmayaydı suratına atardım Abid’in.

Ertesi gün, babamın belime taktığı gümüş kemeri ve Reşat altınlarımı çıkarıp verdim Rıza’nın eline. Şehre gidip bir süre idare edecek erzak, beş on koyun, bir kaç inek ve at aldılar. Çok ara girmeden, Gule kocasını ve dört kızını bırakıp, kundaktaki kızı ile büyük kaynım İbrahim’e kaçıp geldi. Ağanın kızı olan benim, haspam bana hanımlık yapıyor. Bilmem ne kazasında yetişmişmiş. Peh! Sanırsın İran Şahı’nın kızı… Allah var çok temiz kadındı. Başka bir haltı da yoktu.

Ben daha ellerimin kınası buram buram kokarken tezek yoğurmaya durdum. Gün ışımadan kalkar ahıra gider, ahırı temizler, süt sağar, köy çeşmesinden su taşırdım. Daha kocasının koynundan çıkmamış Gule’ye ve erkeklere kahvaltı hazırlar sonra amcalarının ahırına gider bir de onların işlerini yapardım. Sonra da halı tezgâhının başına otururdum. Bütün köyün gelinleri, kızları benden öğrendi halı dokumasını. Benim dokuduğum halıların güzelliği çevre köylerin, kasabaların dilindeydi. Birkaç günlük gaz yağı için bütün gün yorgan dikerdim. Bir avuç tuz için koca bir yığın tezek yoğururdum. Çocuklarım olduktan sonra o işlerin yanında bide şifacılığa başladım. Doğumlara giderdim komşu köylere kadar. Her bir hastalığa gider oldum sonra. Kimi bir kalıp sabun, kimi bir avuç şeker, kimi de bir ölçek arpa verirdi verdiğim şifanın karşılığında.”

Şimdi kükreyecek. O ana tanık olan biri sesinin değil de, tanrısal bir güç taşırcasına uzattığı titreyen ellerinin kükrediğini sanır.

Ben bu ellerin kudreti ve bilgisi ile büyüttüm çocuklarımı. Bu evler, arabalar gökten zembille mi indi babanlara? Hepsi benim emeğimin üstüne bina edildi. Ben hepinizin yazgısını değiştiren kadınım leylim leyeey!”

Sonra tekrar sakinleşecek sesi.

“ İsmet Paşa savaşa girmemişti, iyi de etmişti ama kıtlık vardı. Herkes zordaydı, ama bu köyler daha bir yoksuldu. Hem de ne yoksulluk… İnsanların iliklerine kadar sinen, gözlerinin ışığını solduran, yaz günü üşüten bir yoksulluk. Ama ben yoksulluğun çaresizliğini giyinip oturmadım erkeklerin gölgesinde. Ne de cehaletin tatlı uykusuna kandım. Direndim.

Sebilerim küçüktü, ekmek yoktu, süt yoktu ağızlarına vereyim. Kendi malımın, emeğimin hırsızı olup gizlice çocuklara verdiğim oldu. Kör olasıca Abid, ne süte dokunduruyordu ne yoğurda, ne peynire, ne yağa. Hepsini şehre götürüp satıyordu. Bazen –Allah ondan razı olsun- Mislimat’ın gelini ahırın arkasındaki taşın altına ekmek bırakırdı bana. Onun verdiği bir parça ekmeği suyun içinde ezer çocuklarıma verirdim.

Hele git sor bakalım; bir Allah’ın kulunu bulamazsın bir gün ağlandığımı, sızlandığımı söyleyecek. Şimdiki çırpı bacaklılar da ben kadınım desin, peh! Ben Halime’yim, Halime… Bedir’in kızı Halime…”

Otobüsten indim. Sanki babaannemi içinde bırakmışım gibi, otobüs perondan ayrılıp gözden kaybolana kadar arkasından baktım. Şehrin varoş mahallesine giden minibüse atladım. Kirli suların aktığı sokakları yürüdüm. Neredeyse bir düzineye yakın çocuklarının hepsi erkek olduğu için gelinlerinden biri olduğunu tahmin ettiğim genç bir kadın açtı kapıyı. Çocukları daha küçükken ölen eşinin ardından bir daha evlenmemişti Sevdin Dayı. Bana elini uzatırken yaşlı bir insanın bu kadar uzun boylu olması garip geldi bir an. Uzun yıllar sonra beni görmekten duyduğu şaşkınlık, çay ile demlenen anıların yarattığı tebessüme bıraktı yerini.

“Bizim köye gelin geldiği günü bilirim. Mertti, çok iyiliğini gördük, nur içinde yatsın. Çok çalışkandı, elleri hünerliydi. Pek konuşmaz, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmazdı. Rahmetlinin arkasından konuşuyor gibi olmayayım şimdi. İyiydi iyi olmasına ama lafını hiç sakınmaz insanın yüzüne tükürür gibi söylerdi diyeceğini. Kızdı mı zehir dökülürdü dudaklarından. Herkes çekinirdi ondan. Günaha girmeyeyim şimdi, hani hem melek hem şeytan gibi deriz ya, işte öyleydi rahmetli. Ne bileyim acayip bir kadındı. Eskiden öyle biri değildi aslında. Züleyha’dan sonra oldu ne olduysa, dokunanı yakıp kavuran bir ateş parçasına döndü Halime.”

Kederlenen yüzü ile tabakasından çıkardığı tütünü sarmaya koyuldu. Beni unutmuş gibiydi, yüzüme bakmadan devam etti konuşmasına.

“ Halime’nin üç erkekten sonra doğan bir kızı vardı, Züleyha. Onu başka sever, üzerine titrerdi. Züleyha, daha on üç yaşındayken vereme yakalandı. Civar köylere kadar şifa dağıtan Halime kendi kızına şifa olamadı. Belli etmezdi ama kızla beraber onun bedeni de eridi günden güne. Dedim ya yokluk iliklerimize kadar işlemişti. Kimsenin de kimseye el uzatacak hali yoktu. Kızı, son günlerini açlıkla geçirdi. Abid sütü, yoğurdu, peyniri ve tereyağını evdekilere vermezdi. Kilerde tutardı, anahtarını da Gule’ye verirdi. Sonra onları şehre götürüp satardı. O günlerde Halime, kızına kilerden bir şeyler vermesi için Gule’ye çok dil dökmüş ki, burnu düşse almaz kadındır Halime. Ama Gule oralı olmamış. Züleyha çok hasta ve aç. Ne yapsın, Halime gidip komşudan bir avuç buğday istemiş, suda kaynatıp kızına yedirmiş.

Züleyha, o gün Halime’nin kollarında can verdi. Halime kızını koynuna bastırıp saatlerce ağıt yaktı. Bütün köy ettik etmedik, alamadık çocuğun cansız bedenini Halime’nin kollarından. Sonra kalktı su kaynattı, kimseye dokundurtmadı, kendi elleri ile yıkayıp kendisi kefenledi kızını. Kızı yıkarken, sebinin ağzından çıkan her buğday tanesine bir dize yaktı Halime. Geçmiş zaman ama hazin sesi hala kulaklarımdadır. Mezarlıktan geldik, daha avluya girmiştik ki, Halime hışımla ahıra girdi. Elinde bir baltayla çıktı çok geçmeden. Eve girip kilerin kapısını paramparça etti. Kilerde ne var ne yok hepsini kalabalığın önüne saçtı. Abid söylenerek üzerine yürüyecek oldu, Halime baltayı ona doğrultunca pısıp geri çekildi. Süt dolu bidonlar, peynir tulumları, yoğurt bakraçları ayaklarımızın dibine yuvarlandı. Toprak avlu süt, yoğurt, un, peynir kalıpları ve şekerden oluşan bir bulamaçla kaplandı. Kimse elleşmedi Halime’ye. Hepimiz bir kenara çöktük, yorulup, öfkesinin dinmesini bekledik. Yazması düşmüş başından, kınalı saçları bir birine karışmış, iki eli belinde dikildi karşımıza. Çoluk çocuk, kadın erkek, bütün köy oradayız.

Boğazını yırtan öfkeli sesi hepimizi titretti.

--Böyle birlik olmaz olsun. Bundan gayrı herkes aşını, ocağını bilsin. Yoksulluksa başım gözüm üstüne ama bu saatten sonra mümkünü yok birlik olmamızın. Benim emeğim, benim alın terim evlatlarımın kursağına girmiyorsa kimsenin kursağına da girmesin. Ben ocağımı ayırıyorum, gerisi sizin bileceğiniz iş.

Son sözlerini Abid’e dönerek söyledi sonra çekti gitti. Abid birkaç bakır kap kacak ve yatak dışında bir şey vermedi onlara. Rıza en büyükleriydi ama sessiz, pısırık biriydi. Kardeşine bir şey diyemedi. Halime de tenezzül etmedi. Züleyha’dan sonra Halime bir başka kadın oldu. Hepimize de eski Halime’yi unutturdu. Hırsı, öfkesi kör bıçaktan farksızdı. Kimse onun düşmanlığını kazanmak istemezdi. Tabi çok yoksulluk çekti, çok acılar yaşadı. Savaş zamanlarıydı, yoksulluk vardı her yerde. Valla Halime dağ gibi durdu kocasının ve çocuklarının arkasında. Onun aklı başka çalışırdı. Köye mektep geldi, ilk o gönderdi çocuklarını. Cesur kadındı, köy meydanında adam dövdüğünü bilirim. Hiç unutmam köye bir eşkıya sığındı. Kimse evine almaya cesaret edemedi. Muhtar tek çare olarak Halime’ye götürdü adamı. Halime onu ahırında sakladı, bir düzine cemse geldi de kaçağı vermedi Halime. Kurşunlara gelen kaç adamı ölümün elinden aldı, ben şahidim…”

Babaannem hakkında eksik bildiğim ya da hiç duymadığım birçok şey kaydettim kayıt cihazına. Dönüş yolunda durduramadım çenemin titremesini ve yüreğimin sızısını. Gözlerim dolarak dinlediğim anıları eve gidince tekrar dinlemeye cesaret edemedim. Çantamdan çıkardığım kayıt cihazını kitaplığın çekmecesine atıp, kapağı hızla kapattım. Babaannemin izlerinin üzerinden yürümenin hiç de kolay olmayacağını nasıl düşünememiştim?