İçinde acı kelimesinin geçtiği daha az yazı yazmalısın artık, acıdan bahsederken acı kelimesini bu kadar çok kullanıyor olman, yazdığın metinlerin içeriğini zayıflatıyor, dedi çok sevdiğim bir arkadaşım. Ben de öyle yaptım yine, geçen yazıda olduğu gibi.

Acısız daha çok yazı yazmalıyım artık.

Şu sıralar biraz daha yaşımın büyüdüğünü hissediyorum.

Kendimi daha çok sevdiğimi.

Hikayeme daha çok sahip çıkıyorum.

Dışarıda bıraktıklarımı içeri alıyorum,

İçeride olup ağırlık yapanları yani benim dışımda ,bilmeden , istemeden aldıklarımı, kendi seçimim olmayanları, bana iyi gelmeyenleri dışarıda bırakıyorum. Benden önce hayatıma yerleşenleri.

Müziğin derinliğinde olanları daha iyi duyuyorum. Bütün notaları, hikayeyi, aletlerin varlığını.

Eskiden daha çok duymak isterdim. Daha çok daha iyi değilmiş diyorum artık. Kendime.

Okunuşu kulağa iyi ve güzel gelmeyen şeyleri hayatımda azaltıyorum.

Güzel ve iyileştiren sesleri içimde daha çok taşımaya, tutmaya çalışıyorum. Güzel insanları ve hikayeleri.

Zamanın akışı, geçiciliği hatırlatıyor, faniliği , iyi ki…

Çünkü daha iyi yaşamaya çalışıyorum, kıymet bilerek ve vererek.

Yaşamak şakaya gelmiyor çünkü. Sana şaka dense de.

Bir de acı meselesi hep var.

Hayatta hatırlanan mutluluk, acıyı unutturmasa da dengelemese de azaltıyor.

Ve şu da var insan acıdan öğreniyor, insanın kimliğini, ben ile ben olmayan ayrımını acı öğretiyor.

Öğrenemediğin acı, uyuşturucu ama. Dozun az ya da çok olması önemli mi ?

Aynı dozda aldığın şey, bir zaman sonra önce bedenini sonra ruhunu uyuşturuyor.

Dozu artırmak ya da azaltmak ihtiyacı duyuyor insan. Hissetmek için.

Bak yazmaya başladım yine. Ne yazıyorsam artık. Artık yazdıklarımı anlayana kadar okuyacağım yine.

Benim olmayanla benim olanı ayırmak, büyümek bu. Belki.

Benim olanla demedim ilk başta dikkat et.

Olmayanla dedim.

  1. olan diye başladığımda kandırılma ihtimalim daha yüksek çünkü.

***

‘’Duygular, misafir.’’

Arkadaşım böyle yazmış. Ben de hiç düşünmeden aklıma düşen birkaç düşünce kırıntısını yazdım.

Misafir evde çok kalınca rahatsız oluruz ya – ama ayıp olacak diye bir şey diyemeyiz nedense- bu bize en çok sıkıntı veren duygularda olmuyor mu sence ?

Misafiri evden çıkart(a)mamanın bedelini, ruhumuz ödemiyor mu sence ?

Ve aslında misafir iyidir. İnsanın tek başına yaşamasına imkan yok. Yalnız demedim.

Ve misafir iyidir aslında.

Evi çekip çevirmemizi, kendimize özen göstermemizi, evin bazı yerleri tozluysa toz almamızı, evin görünen ya da görünmeyen ‘’yer’’lerine şöyle bir dönüp farklı bir göz-lük-le bakmamızı sağlamıyor mu ?

Eve başka bir ‘’yer’’den bakmamızı da sağlıyor, sadece farklı bir gözlükle değil.

Ve misafir geleceği zaman evin güzel kokmasını isteriz en çok. Kokun, ruhunun varlığını anımsatmıyor mu sana da ?

Bir de misafir ağırlamak var.

İnsanın önemli meziyetlerinden.

Bence ağırlayabilmek kadar uğurlayabilmek de erdem.

***

Pazar.
Şöyle bir not yazmışım deftere.
Şubat 2016 tarihli.
Yüzünü anlık bir hevesle yasladığın ağaç, acısını kabuğunun içinde taşır.
İnsan bir oyukla var.
Kabul etmek istemese de.
Oyuk ; içinde iyileşmeyi bekleyen ve isteyen yaranın yolu.
Görülmemiş yara, varlığını inkâra zorlar sahibini.
Ve kabukların tadı çirkindir.
Sen yine de sarılmak istediğin ağaçlara sarıl.
Köklerinin varlığını hissetmek için.

***

Yukarıdaki üç metni okuyan arkadaşım metinde akış yok, bölük pörçük, okuyanın aklında şöyle sorular oluşacak dedi:

-Neden bu üç parça ?

-Birbirinden ne kadar farklı ?

-Bütünlük niye yok ?

Arkadaşım haklı elbette.

Çünkü hepimiz bütünü arıyoruz, parçalanmışlığa karşı birleşmeyi, eksikliğe karşı tamamlanmayı, dağınıklığa karşı toparlanmayı arzuluyoruz.

Bazen olmaz ama.

Zihin bazen şuradan buradan parçaları getirir önünüze bırakır ve gider. Onlarla ne yapacağınızı bilemezsiniz. O yüzden bu parçaları anlamak için yazarsınız, kendinizi de.

Çok düşünürseniz ağırlıkları artar bu parçaların, çekilmez hale gelirler.

Yazarsınız çünkü yazdıkça onları bir kaba koyarsınız, o kap bir şekil verir onlara.

Sonra kabın içine bakarsınız, bunu anının neresinde bir kayıp var, neden anlam veremiyorum, dersiniz…

Sonra neden şurası paramparça olmuş, nereden başlamalı toparlamaya?

Neden şimdi düştü aklıma ?

Peki bunca ağırlıkla nereye gider, ne yapar insan ?

Bazen insan anılarıyla o anda ne yapacağını bilemeyebilir.

Eksik, dağınık, parçalanmış halde bulabilir ruhunu. Tamamlanmaya çalışmak, toparlanmak ve birleştirmek için çabalar. İyi ki…

Tüm bunlar için büyük bir nefes aldıktan sonra aldığı nefesi verirken ; ‘’Hayat böyledir işte, düşersin yedi kez, kalkarsın sekiz kez.’’ der Roland Barthes’i anımsayarak.