Yeni yılın ilk ayı bitti ama ben hala 2020’ye alışamadım. Önceki yıldan pek farkı yok. Her gün yine, yeni bir felakete açıyoruz gözümüzü. Yeni yıla girince (aslına bakarsanız sadecebir gün geçince) bir şeylerin değişmesini ummak ancak yaşamak için temel gereksinimler dışında bir de umuda ihtiyaç duyan biz insanlara mahsus. Yeni yıla girerken sosyal medyada bir karikatür çok paylaşıldı. Hepiniz görmüşsünüzdür. Görmeyenler için anlatayım.

Bir uzaylı biz dünyalılara bakıp “neyi kutluyor bunlar?”diye soruyordu. Diğeri de “gezegenleri yıldızlarının etrafında bir tur attı” diyordu. Aslında burada bitmesi gereken karikatüre bir replik daha eklenmişti gereksiz bulduğum. Soruyu soran uzaylı aldığı cevabı yorumluyordu.

“Sana zeki olmadıklarını söylemiştim”

Karikatüre gülmüştüm ama düşünmeden de edememiştim.

“Ne yani zekâsız olduğumuz için miydi? Basit bir doğa olayını kutlamaya çevirmemiz”

Zekâsız lığımız çok şeyin sebebiydi elbette ama bunun olamazdı. Dünyanın bir tur atışını kutlamanın, hayata tutunma sebepleri arayan insanlığın buluşlarından biri olduğunu düşünüyorum...

İzlediğim bir filmde de bir kız “bir rahimden dışarı itildiğim günü neden kutlayayım” diyerek doğum günü kutlamanın anlamsızlığına gönderme yapıyordu. Filmlerde ve karikatürlerde karşılaştığımız, her şeyi anlamsız, boş ve basit bulan, bunu yaptığı için de kendini aşmış ve moda tabirle “cool” zanneden tipler gerçek hayatın içinde de varlar.

Hayatta basit görünen şeylere anlam yükleyen insanlar zekâsız değildir. Aksine daha zekidirler. Hayata tutunmak için sebeplere ihtiyaçları olduğunu bilirler. Her insan kendince yüklediği anlamlarla hayata tutunma sebeplerini arar. Bulduklarında da diğer insanlarla paylaşır. Bulunan sebebi beğenen insanlar arttıkça, kitleler birlikte anlamlandırmaya başlar çevrede olup biteni. Kutlamak için bulunan onca gün sadece kapitalizmden değil, insanların hayatı anlamlandırma çabasından da doğmuştur.

Günümüz insanının içinde bulunduğu kronik mutsuzluk halinin bir virüs gibi yayıldığı bir zamanda yaşıyoruz. Bu zamana denk gelmiş bahtsızlardan biri olduğumdan, nicedir mücadele içerisindeyim. İnsanları yaşarken öldüren bu virüsün aşısının “umut etmekten vazgeçmemek” olduğunu biliyorum. O umudu korumak içindir verdiğim savaş.

Bu lanet virüs bana bulaşmasın diye kendimce yöntemler de buldum. Gündemdeki iç karartıcı konuları duymamazlığa geliyorum. TV izlemiyorum. Enerjimi sömüren kişilerden uzak durmaya çalışıyorum. Hayatımda sahte gördüğüm her şeyi ve herkesi uzaklaştırıyorum başarabildiğim kadar. Kendimce hayatı anlamlı kılmak içinde yazıyorum. Günümüzde pek gülemediğimizden olsa gerek geçmişten kalan ve gülümseten hikâyeleri hatırlayıp yazmaya çalışıyorum. Gündemim bu nedenle ülke gündeminden uzak. Daha iç dünyama dönük ve daha benimle ilgili.

Umudu korumak için seçtiğim yöntemler bir müddet çok da işe yaradı ya da ben öyle sandım. Görmemek, duymamak, yok saymak yapılabilir şeyler sanmıştım. “Ohh çok rahat bir yöntemmiş, ne güzel oldu” diyerek epey zaman da geçirdim.

Ama sorgulayan bir beyine sahipsen ve fark etmeyi bir defa öğrendi isen en soyutlandığını sandığın anlarda bile görmek istemediklerini gözüne sokabiliyor hayat.

Ben bu yöntemleri seçtiğimde “artık olgunum, hayat pişirdi beni, ne yapacağımı biliyorum. Hayatımın kontrolü benim elimde, ben izin vermezsem hiç kimse rahatsız edemez beni kendi dünyamda” diyordum büyük bir inançla.

Ama psikoloji bilimi öyle demiyordu. İnsanın hayata anlam katmak için buldukları dışında bir de hayata katlanmak için geliştirdiği savunma mekanizmaları olduğunu yok saymamalıydım. Savunma mekanizmalarını çoğumuz bilinç dışı kullanıyoruz. Bilimin tanımladığı çokça savunma mekanizması var. Bir tanesine de “inkar” deniyor ve Psikoloji şöyle tanımlıyor;

“Kişide kaygı meydana getiren bir gerçeğin varlığını inkâr etmesidir. Gerçekliğin acı veren yanından kaçınmaktır. Kötü haberlere ilk olarak verilen en sık tepkidir.”

Bu tanımlamayı okuduktan sonra fark ettim virüsün bana da bulaştığını. Yaptığım olgunluk değildi. Sadece gerçekliğin acı veren yanından kaçınıyordum. Ben bir yöntem falan da bulmamıştım. En kolay yolu seçmiştim. En sıradanını en sık yapılanını.

Başarılı olmuş muydum? Kaçabilmiş miydim? Bana acı veren gerçeklerden.

Öyle kolay değildi ki kendini soyutlamak. TV izlemeyerek görmeyeceğimi sandığım insan yüzlerini, sokakta reklam panolarında görmüştüm. Canımı sıkan haberler, sosyal medyada paylaşımlardan önüme çıkmıştı. Duymak istemediklerimi, dost meclislerinde sohbetin tam ortasında duymuştum. Alenen görünen ruh sömürücülerden kaçmış ama gizli ruh hastalarını hayatımın tam ortasında bulmuştum.

Bunca kaçışa rağmen yine de maruz kaldığımız kötülükten kurtulmak için Robinson’a özeniyor insan. “Düşsem ıssız bir adaya tek başıma yaşasam. Hindistan’da uzak bir tapınağa kapansam” diye düşünmekten alamıyor kendini.

Her gördüğün mutsuz insanın gülüşünden bir parça çalmasından, inanıp yanıldığın her hikâyede kırılmanın acısından, kötülük gördüğünde en derininde hissettiğin deprem etkisinden kaçmak için çokça aklımızdan geçen cümleler değil mi? Bunlar.

Ben sıkça duyuyorum virüs bulaşmış insanların birbirlerine “Ne yapmalı, nasıl devam etmeli” diye sorduğunu. Çünkü kronik mutsuzluk virüsü, kronik bir yorgunluk veriyor insana. Bu yorgunluk hissi iyice ağırlaştırıyor omuzlarda ki yükü. Bunun altında ezilen insanların, her gün daha kamburlaşmasını izliyoruz derin bir çaresizlikle. Kendilerine karşı ayaklanmasın diye insanları kitleler halinde bu kronik yorgunluğa itenlerin bile işine yaramaz bir toplum oluyoruz git gide.

Vazgeçmiş, umursamayan, safları ve savaşmayı bırakmış insanlar dolduruyor her yanı. Ve her biri benim gibi böyle reddedip korunduğunu sanarak geçiriyor günlerini. Kendi kendine söyledikleri “Herkes mutsuz olduğuna göre mutlu bir yer yok burada kalmalıyım. Herkes kötü bencil ve ruhsuz o zaman bende öyle olmalıyım. Aşk diye bir duygu yok beklemeyi bırakmalıyım. Mücadele çok anlamsız hareketsiz kalmalıyım” gibi sözlerle doğru yaptığına inandırıyorlar kendilerini.

Böylelikle birer birer unutuyoruz insan yanlarımızı. Birbirimize bakarak farkında olmadan kitleler halinde uzaklaşıyoruz insan olmaktan.

Kronik yorgunluğumuzdan olsa gerek duygu dünyamızda daha kolay yöntemler geliştiriyoruz zamanla. Mesela Çinlileri döverek ölümcül hastalıktan korunuyoruz, sosyal medyada deprem yazıp acı paylaşıyoruz. 10 TL’den kıyamet koparıp büyük soygunu görmeyerek hesap sormuş oluyoruz. Bayrak yırtana küfredip onun bayrağını yırtmakla vatan savunuyoruz.

Dedim ya gündemim başka benim. Hepimize bulaşan mutsuzluk virüsünü, corona virüsünden daha tehlikeli buluyorum. Yaşadıklarımızın içimizde yarattığı depremleri, dışımızda yaşadıklarımızdan daha yıkıcı görüyorum. Ve her birimiz her gün topyekûn bir savaşın içindeyiz. Yeni savaşlar çıkması şaşırtmıyor ki beni. Ya virüs beni de ele geçirdi. Ya da her şeye rağmen inkâr mekanizmamı çalıştırıyorum inatla.

Emin olduğum tek şey; virüse karşı aşımız olan umudu korumalıyız. Kitleler halinde ölmeye başlamadan yeniden saf ve katıksız sevgiyi bulmalıyız. Her birimiz az ya da çok maruz kaldık bu virüse. Bu nedenle tek başımıza değil hep birlikte iyileşmeye ihtiyacımız var.

Ve korunaklı yaşamak için ıssız bir adaya ya da uzaklarda bir tapınağa değil hastalıktan eser olmayan bir yere ihtiyacımız var.

Benim için yârin sol yanından gayrı gidilecek yer yok.

Tıpkı Cahit Sıtkı’nın düşündüğü yer gibi…

“Yeryüzünde bir iklim,

Bir yer var ki, sevgilim,

Düşündüğüm orası.

Bir ayva gibi olgun,

Sert ve mayhoş havası,

Tam mizacına uygun.

….

Sevgilim, buradan uzak,

Uzaklarda yaşamak,

Sevmek ve ölmek için,

Açılıp denizlere,

Bir gün gitsek mi dersin

Sana benzeyen yere.”

E hadi siz de ne duruyorsunuz?