İlk gerçek kahramanım futbolculardı. Gerçi yıllar sonra okuduğum çizgi romanların yazarının Amerika’yı hiç görmemiş bir İtalyan olduğunu öğrendiğim anı hatırlıyorum da, hayal kırıklığımı düşününce onların bir dönem bir yerlerde gizliden gizliye yaşadığına inanmışım sanırım. Yine de gördüğüm, duyduğum, özendiğim kahramanlar üzerinde çubuklu forması olanlardı. Fulya sokak civarında çocukluğun tükenmez enerjisiyle o maçtan bu maça koşturduğumuz günlerdi. Kendimize ünlü futbolcuların ismini takar, onları taklit ederdik. O kadar ki dünyaca ünlü Alman kalecimiz gibi sarı ve kıvırcık saçlı olabilmek için bir an önce büyümeyi nasıl da düşlerdim. Baba ile gidilen maçlar, Gelişim Spor'un her hafta verdiği posterler ile odanın duvarını boydan boya kaplamalar, 103 gol attığımız sezonun her golünü hala hatırlarım. Kahramanlarıma dair ilk hayal kırıklığımda o günlerde oldu. Sosyal medyanın olmadığı, futbolcular ile ilgili bilgilerin yazılanlardan ibaret olduğu zamanlardı. İstanbul’da yaşayan ve bir gazetenin spor servisinde staj yapan yaşça benden büyük kuzenimin ilk anlattıkları, çocuk aklı ile forma ile özdeşleştirdiğim futbolcuların ne kadar “profesyonel” olduğuna dair öğrendiğim her detay benim için yeni bir moral bozukluğu oluyordu. Aslında başka takımı tuttuğunu öğrendiğim, mağlubiyet sonrası ben üzülürken eğlenen çocukluk kahramanlarım zihnimde dünyanın sıradan bir parçası haline dönüşüverdiler. Neyse ki yaş büyüdü ve futbolun bir oyun aynı zamanda da bir endüstri olduğunu kavramam beni rahatlattı. Değişen ilgiler, meraklar, düşler dünyama yeni kahramanları beraberinde getirmişti.

Yeni kahramanlarım artık futbol gibi bir oyunun kahramanları değil, dünyayı değiştirme idealleri olan ve bunun için yaşayan, üreten gerçek dünyanın kahramanlarıydı. Kimisi besteler yapıyor, halk için şarkılar söylüyor; kimisi kitaplar, şiirler, romanlar yazıyordu. Toplumcu düşlerimizi besleyendi onlar. İmamın dediği kadar yaptığını da hala önemsediğim zamanlardı. Gel zaman git zaman oyun denen şeyin futboldan ibaret olmadığını öğrendim. Sahnede söylenenler ile kuliste söylenenlerin her zaman aynı olmadığını, yazanın yazdığıyla, söyleyenin söylediği ile aynı olmayabileceğini şaşıra şaşıra farklı örneklerde tecrübe ettim. Zamanla inandım ki asıl kahramanlar, hikayeyi anlatan değil hikayesi anlatılan insanlardı. Gündelik hayatta direnen, akıntıya karşı kürek çeken, herkes susarken ölümü göze alan insanlar. Zaten 90’lar kuşağıydık biz geçmiş önderlikler ile gelecek zaman arasına sıkışan. Bir taraftan sessizce yıkılan duvarın tuğlalarını kaldırmakla uğraşırken, bir taraftan yaşananı kavramaya çalışan. Her şaşırma daha fazla anlama isteği ve değiştirilmesi gereken daha da fazla şey olduğunu düşünmeye neden oldu sadece. Hem Aziz Nesin değil miydi “her seferinde tekrar tekrar şaşırmalıyız gördüğümüze, günün birinde biz şaşırmaz isek kimseyi şaşırtamayız olanlara” diyen. Büyüdüm ve kahramanlar olmadan yaşamayı öğrendim.

Diyeceksiniz nerden çıktı bunlar. Ne güzel 50’ler, seçimler konuşuyorduk. Bilmiyorum sonbahar mı etkiledi, yoksa sonbahar vesilesi ile ortalıkta dolanan Turgut Uyar şiirileri mi? Belki de Verda Deren’in yazılarını okudukça yazdıklarımı çok soğuk ve sevimsiz buldum. Hepsi mümkün ama daha çok birkaç hafta içinde ardı ardına yaşadıklarımız sanırım bunları düşünmeme ve yazmama yol açtı. Önce söyleşi yapmak istediğimiz ama bize yoğunluğundan tarih bile veremeyen ünlü polisiye yazarımızı belediye kitap fuarında şehrimizde görmek -ki kendisi Moskova’ya daha kızılken gitmiştir-, derken söyleşi için görüştüğümüz yeni kuşağın parlak yazarının yayınevinin gülümüzü soldurması ve yazarın buna oluru, üzerine yazılması gerekenden fazlası yazılan Emrah Serbes vakasına değinmiyorum bile. Tüm bunlar üst üste gelince kimi yaşadıklarımı hatırlattı bana. Düşünün politik hayal kırıklıklarıma hiç değinmedim, aksi halde yazıyı nasıl bitirebilirdim. Üstelik ben de biliyorum burası Ortadoğu, liderler, mitler, kahramanlar coğrafyası. Her yerde kanaat önderleri, abiler, duayenler. Ama gelin, zor da olsa biz kahramanları masallara, anlatılara bırakalım. Gerçek yaşamın içindeki insanlara sarılalım. Unutmayalım umut Bulutsuzluk Özleminin güzel şarkısındaki[1] hiç üşümeyen o insanlarda. Bilmiyor değilim bir tuhaf ülke burası içerdekilerin dışardakilere değil, dışarıdakilerin içeridekilere umut bağladığı. Ama neydi o Ayşe Düzkan’ın çok sevdiğim makalesinde[2] Mısır’da bir duvarda yazdığını söylediği; “Beklediğimiz önderler biziz”

Yani artık sıradan insanların hikayeleri daha fazla ilgilendiriyor beni. Yazanların yazdıklarını okuyor, söyleyenlerin söylediklerini dinliyorum. İnsan hikayeleri ise heyecanlandırıyor fazlasıyla. Yarın heyecanla bir filmin galasına gideceğim mesela. “Üç İstasyon Bir Ömür”. Ömrünün 61 yılını trende pişmaniye satarak geçirmiş Orhan Okur’un hikayesi. Tam da biz Adapazarı Gar’ına gel(e)meyen treni dert etmişken, iktidarın iki belediyesinin destek verdiğini afişinde okuduğum film. Herşey tükenir bizde ironi asla.

Yazı yine çok uzadı. Yazdıklarım belki hala şaşırabiliyor olmamadan belki de daha genç arkadaşlarımın insana dair umutlarının zedelenmesi endişemden. Öyleyse de gerçi yapacak bir şey yok. Onlar da şaşırarak öğrenecek umutlarını kahramanlara değil gerçek insanlara bağlamayı.

Bitirirken en son isteğim, yazdığımın aydın düşmanlığı olarak algılanması olur. Zaten fazlasıyla var. Demek istediğimi futbol diliyle söyleyeyim o zaman, diyorum ki ben de biliyorum forma için oynayan futbolcular da var ama yine de “en büyük taraftar”.

[1] Bulutsuzluk Özlemi, Karanlık Soğuk (Güneşimden Kaç 1992)

[2] http://sendika62.org/2016/10/korkuyu-beklerken-ayse-duzkan/