Fransız Devrimi’nin 200’üncü yıldönümü, tarihle ilgili her tür zırvanın alıcı bulduğu, bu arada sosyalist sistemin çatırdadığı bir döneme rastlamıştı. Beklenen “derin” tespitler de gecikmemişti: Aslında böyle bir devrime hiç gerek yoktu; işler normal seyrine bırakılsaydı 1789’la birlikte neler gerçekleşmişse hepsi zaten olacaktı…

Bundan daha “sivrisi” de söylenebilirdi. Örneğin şöyle: 1789-93 dönemini kazıyıp 1789 öncesine dönelim; sonra bu kez Jakoben dönem yaşanmamak kaydıyla devrimi yeniden yaparız…

***

Meselenin özü şudur: Tarihin ve tarihselliğin kesin kuralları, belirli bir zaman dilimine yayılan devrim ve dönüşümlerin geriye, en başa dönülerek “düzeltilmesine” ya da “iyileştirilmesine” izin vermez. Eksik, gedik ve yanlış varsa, yaşanmakta olan tarihsel dönemde, ileriye giderek kapatılır ya da düzeltilir.

Öbür türlüsü gericiliktir, karşı devrimdir.

Türkiye solunda bir kesimin kavramakta güçlük çektiği basit gerçek budur.

Örneğin zamanında sosyalist sistem çökerken bu çöküşten sosyalizmin çok daha iyisinin ve hakikisinin (aynı ülkelerde!) filizleneceğini düşünen azımsanmayacak sayıda sosyalist çıkmıştı.

Bizden, Türkiye solundan bahsediyoruz…

1789 olsun, 1917 ve onu izleyen başka önemli tarihler olsun, ileriye yönelen, inkârı mümkün olmayan kazanımları da beraberinde getiren hamleler ve süreçler “eksikleri ve yanlışları var” diye başlangıç tarihine kadar geriye giderek kazındığında bunun altından gericilikten başka şey çıkmaz.

Gericilerin niyeti zaten budur; önemli olan, solcuyum diyenlerin böyle tuzaklara düşmelerinin, bunca derse rağmen, hala mümkün görünmesidir.

“Tuzak” dedik; 1923 yılının,Türkiye açısından böyle bir tuzağın tarihi olması mümkün müdür?

10-15 yıl öncesi olsaydı “kesinlikle” derdik; bugün ise (şükürler olsun) ancak bir ihtimalden söz edebiliyoruz.

***

Bir dönemin liberal-sol AKP destekçileri dâhil pek çok kesim şimdi “Sırada ne var?” diye soruyor.

Sahi, sırada ne var?

Kısaca “Atatürk’ü koruma kanunu” olarak bilinen 1951 tarih ve 5816 sayılı yasa sayılmaz; çünkü Ayasofya “zaferini” kutlayan gericiler daha sıra solculara gelmeden gündemde bunun olduğunu ilan ettiler bile…

İktidar buradan devam ederse solun bir kesiminden (bu kez daha düşük ihtimal olsa bile) destek bulacaktır.Ne diyeceklerini de şimdiden söyleyelim:
“Kişi kültü” diyeceklerdir; aralarından solun tarihini biraz bilenler Sovyetlerdeki 1953-1956 dönemine atıfta bulunup “Orada de-Stalinizasyon yaşanmıştı; bize de de-Kemalizasyon gerekiyor” diye döktüreceklerdir…

***

Daha önce yazmıştık, tekrar ediyoruz: Rejimin bundan sonraki hamlelerine ilişkin “Canım o kadarına da cüret edemezler” rehaveti muhalefetin en büyük prangasıdır. “Cüret edilemeyecek olmasını”, içerde sermaye sınıfının, dışarda ise “medeni âlemin” bozuk çalacak olmasına bağlamak ise tam bir aymazlıktır.

Sermaye sınıfı mı? Belirli sermaye gruplarının özel olarak kollanması gibi ikinci-üçüncü derecede can sıkıntıları bir yana bırakılırsa, son salgın döneminin de gösterdiği gibi, sermaye sınıfına dönüp “Ne istediniz de vermedik, yapmadık” diyenler yerden göğe kadar haklı olacaklardır.

“Medeni âleme” gelince: Kendi derdindedir ve “Mülteci gelmesin, bölgede işimize yarasın” dışındaki hassasiyetler bugün çok daha geri plana düşmüştür.

Ortada “cüret edip edememe” tartışması varsa, caydırıcı etken olarak bakılabilecek tek yer halk muhalefetinin yaygınlaşıp etkisini artırma potansiyelidir.

“Ana muhalefet” bu potansiyeli “Özel çabaya gerek yok, nasıl olsa gidiciler” yaklaşımıyla köreltirken rejim de bir türlü yenemediği “Gezi korkusuyla” sürekli sopa göstermektedir. Bekçilere tanınan yetkiler, sosyal medyaya ilişkin niyetler, hapse atılan gazeteciler, kapatılan kanallar, vb. asıl sopa için uvertür mahiyetindedir.

***

Yıllar önce televizyondaki bir oturumda “Cumhuriyetin kazanımlarından” söz eden bir sosyaliste bir başka sosyalist “Ne kazanımlarıymış bunlar, hele bir deyiver” diye çıkışmıştı.

Hangi sırayla gidecek, kesin konuşmak mümkün değil; ama gündemde örneğin Medeni Kanun’un, tevhidi tedrisatın, kız ve erkek öğrencilerin tamamen ayrılmasının, çoklu hukuk sisteminin (örneğin şeriye mahkemeleri) bulunduğu söylenebilir.

Cumhuriyet tarihini 1923 öncesine dönecek şekilde kazıma niyeti kesindir.

Kazınanın altından birtakım “iyi şeylerin” de çıkabileceğini hala düşünen varsa, kusura bakılmasın, ama “yuh”, “çüş” ya da “oha” gibi nidalar dışında ne söylense boştur…

(Bu yazı İleri Haber'de yayımlanmıştır)