Şöyle sıcak, sımsıcak bir merhaba…

MedyaYazar.com bugün yeni bir içerik, yeni bir yüz ve katılan yeni kadrolarla kente yeniden “merhaba” diyor. Bu günü bilerek, isteyerek ve hür irademizle seçtik.

***

Bugün 1 Eylül. Yetmişsekiz sene önce bindokuzyüzotuzdokuz yılının 1 Eylül günüydü; Nazi Orduları, Polonya topraklarını işgal edip de paylaşım savaşlarının ikincisi olan Dünya Savaşını başlattığı tarih. Tarihte bilinen en vahşi katliamlardan birinin yaşandığı bu büyük “paylaşımın” başladığı gün, o kara gün hiç unutulmasın diye “Dünya Barış Günü” ilan edildi.

Ve yetmişsekiz sene sonra bile gerek dünyamızda gerek güzel ülkemizde hala barışa hasretiz. “Hangi dilde ağlar çocuklar, hangi dilde güler”[1], “çocuklar öldürülmesin, şeker de yiyebilsinler” [2] diyenlerin ülkesinden hala hamaset, hala kan siyaseti… Bu kentte, Sakarya’da öylesine çok halk yaşıyor ki… Bizim bize benzediğimiz ender coğrafyalardan biri burası. Kürdü, Türkü, Çerkesi, Abhazı, Lazı Ermenisi, Arabı Acemi, Alevisi Sünnisi ve Suriyelisi…

Dünya’dan ve bölgemizden çok da farklı olmaksızın ama yine de -yaşadığımız yerleri sevdiğimizden belki- önceliği bu kadim topraklara veren bir gözle değerlendirmek istiyoruz bu insanlık tarihinin kadim taleplerinden biri olan barışı. Her şeyin tekleştiği, her sözün tek bir söz olduğu, korku-baskı-sindirmişlik imparatorlukları tarihe baktığımızda hep çöktüler. Ve insanlık tarihi sınıf savaşımı içinde iyilerin kötülere karşı mücadelesiyle, bu karanlık iktidarlara karşı adaleti, eşitliği, özgürlüğü arayarak, barışı talep ederek bugünlere taşındı… ve sürüyor o kavga…

Eğer “Eppur si muove (Ama yine de dönüyor) diyebiliyorsak bugün, bu dünyanın düz olmadığını bildiğimizden…

***

Kent ve Barış kavramları birbirlerini organik olarak çağrıştırmasalar da ayrılamaz bir bütünlük teşkil ederler. Barışın olmadığı yere savaş hakimdir ve savaşlarda haklılar değil güçlüler kazanır. İnsanlık tarihinin gelişimine şöyle bir baktığımızda tüm önemli kazanımlar sulh günlerinde kazanılmış, toplumsal ilerlemeler ise eşitlik kavramı ve adalet sayesinde tesis edilmiştir. Savaş bir yoketme biçimidir. Dolayısıyla huzur, eşitlik, barış kavramlarından yoksun bir coğrafya için -diğer bir anlamıyla öç almanın, düşmanlığın, kan kokusunun- bir kent kavrayışı olabilir mi!

“Kente karşı sorumluyuz” şiarıyla yaşadığımız, nefes aldığımız, emek vererek ürettiğimiz kentimize elimizden geldiğince ve hep birlikte değer katmaya devam edeceğiz. Mahallelerinin, sokaklarının isimlerini bile emek üzerinden alan Çıracılar, Çerçiler, Harmantepe, Papuççular, Hasırcılar, Semerciler, Tığcılar, Yağcılar, Şeker, Küpçüler, Nakışlar, Tabakhane, Demirler, Hırka, Sütalan, Yağbasan, Ağaççılar… bu kent bizlerin, hepimizin.

Egemen dilde kent denildiğinde akla gelen beton yığınlar, camekan işmerkezleri, AVM’ler, yollar, hatta belki korna sesi, trafik, egzoz dumanı… Halbuki biz kent dediğimizde böyle bir tanımı reddediyoruz. Öyle resmi resmi tanımalara gerek yok, kent; içinde yaşayan, değer üreten insanların ortak yaşam alanlarıdır ve bu anlamıyla bir kolektifi ifade eder. Özel mülkiyetin dışında kalan havasından, suyundan, yeşilinden ve tarihten bu yana yarattığı tüm değerleriyle, tüm kültürüyle, yığışımlı büyümesiyle yaşayanlara kucak açan günümüzün yerleşme ve topluluk biçimidir.

Dolayısıyla “kente karşı sorumluyuz” derken yalnızca ticari çıkar ve kişisel rant uğruna yaşadığımız yerlerin heba edilmesine de karşı duruyoruz. Ürettiğimiz kültürel ve sanatsal değerleri yaşatmaya, mümkünse geliştirmeye gayret ediyoruz. İnsanevladının doğaya kurduğu (daha doğrusu kurmaya çalıştığı) hakimiyet diye bir tanım kabul edilebilir mi! Bizler doğaya aitiz ve bizlerden-doğaya, doğadan-bizlere doğru süregelen sürekli bir etkileşim, bir devinim halindeyiz. Doğa ve toplum ayrımı ideolojiktir. İçinde bulunduğumuz sistem doğanın kullanım değerini “para etmediği” için rafa kaldırmış bunu “değişim değeri” ile domine etmeye çalışmaktadır. Bunun sonucunda işte emeğiyle geçinenlerin işlerine “daha hızlı” gitmeleri için, “boş vakitlerini” amirlerinin hizmetine sunabilmek için doğa katledilip geniş geniş yollar-köprüler yapılmakta. Bunu söyleyince kimilerine göre “dinazor”, kimilerine göre “gelişmeye karşı” olarak adlandırılıyoruz. Halbuki gelişmişlik betonla değil, insani ve toplumsal gelişmişlikle ölçülür. Yurttaşlık, yaşanılan alanda ne kadar hür ve parasız yani sadece insan (belki de canlı) olduğunuz için faydalanabileceğiniz değerlerle ölçülür. Mücadelemiz kötülüklere karşı iyiliklerin mücadelesidir.

“Mücadele eden kaybedebilir, etmeyen ise zaten baştan yeniktir [3]”. Bakmayın siz öyle “özlü” sözler paylaşıldığına, duygusal ve lirik şiirleri araya sıkıştırmalara… Bu yazı bir “merhaba”nın yanında aynı zamanda bir dayanışma çağrısıdır. Birlikte, omuz omuza mücadele çağrısı… Kentimize, yaşadığımız bu güzel coğrafyaya ve tüm doğaya sahip çıkma çağrısıdır bu.

Önünde sonunda biz kazanacağız…
İyi insanlar olalım, iyi insanlar olmaya gayret edelim… İyilik kazanacak, kötülük kaybedecek…
Hayde selamlar…

__________________________

[1] Rıfat ILGAZ, Şiir, Her Dilde
[2] Nazım Hikmet RAN, Şiir, Kız Çocuğu
[3] Ernesto Guevara (Che)