-meli, -malı dil bilgisinde gereklilik kipi olarak adlandırılan eklerdir. Olumsuz halleri ise -memeli, -mamalı şeklinde kullanılır. Örnek vermek gerekirse, “Adalet Yürüyüşü’ne katılmamalıyız”, “Liberalizm virüsünden dolayı o alana girmemeliyiz”, “Emekçilere destek vermeliyiz”, “Saldırılara karşı boyun eğmeden durmalıyız”, gibi gibi…

Yukarıdaki örnekler de dahil olmak üzere bir çok gereklilik kipi özünde bir genellemedir ve bu sebeple “genellikle” doğru(!) laflardır. Kendini solda tanımlayan birçok kişi ve örgüt -mevcut hallerinden olsa gerek- güçlü olanın karşısına doğru olanı koymanın propagandasını eder. Çünkü kendileri şu an için güçsüzdür. Bunun için lafı eveleyip gevelemeye de pek ihtiyaç olmadığı gibi “doğru” olanı katı ve sekmez şekilde savunmak içeriyi-örgütleme (konsolidasyon) becerisini arttırır. Bize kalırsa “genellikle” hepsi apolitik olarak görünmekteler. Bir şey yapmamanın, eylememenin söylemi olarak kullanılan gereklilik kipleri ve “doğru” sözler bir nevi kişisel tatmin argümanlarıdır. İşin bilimsel tarafını konunun uzmanları açıklamıştır belki ama bizim bu yazıdaki derdimiz güncel politik değerlendirme olarak kişisel tatmin. Bir nevi ruhunu kurtarma, belki vicdan rahatlatma. Aslolanın artık her şeyi yorumlamak değil de, onun ötesine geçip değiştirmek olduğunu Marx söylemişti. [1] Buradan yola çıktığımızda reel politik alanda yani günümüzdeki bir çok şeyin iç-içe geçebildiği, mutlak doğru veya yanlışın olamadığı ve diyalektik kuralların işlediği ortam olan alanlarda ilk veya motor kuvvet olarak belirlenme esastır. Bilimsel olarak öğrenildiği üzere en başta özne, nesne tarafından belirlenir. Yani her canlı içerisinde bulunduğu çevreden öğrenir. Örnek olsun Okmeydanı’nda doğan biri Nişantaşı’lı gibi düşünemez. Gerisi hep sonradan öğrenilir. Buradan öznenin nesneye müdahale olanağı yoktur gibi bir anlam çıkmaz tabii ve dahi çoğu sefer bu dönemler kopuş evreleridir. Belki büyük ekonomik buhranlar, belki devrimler… İnsan önce yaşadığı yeri değiştirmekle başlamalı. Belirlenimi olumsuzlama, ona karşı çıkma ve değiştirme...

Niye bu kadar bilgiye ihtiyaç duyduk? Bu yazıyı yazmaya ilham olan şey sosyal medyada bir ağabeyin (buradan kendisine selam ederim) bir makamı tanımlarken kullandığı sözlerdi. Yazılan kriterler o kadar güzel, o kadar doğru ki gerçek olamayacak kadar… O derece yani.

Hayatta özlemini duyduğunuz ütopya ile gerçeklik arasında bir açı vardır. Ve o açı sizin siyasal konumunuzu belirler. Eğer o açı kapanamayacak kadar fazlaysa apolitiksinizdir. Tersinden açının 0 (sıfır) olması da bize kalırsa anomalidir. Herhangi bir açının olmaması üst düzey politizasyon değil faydacılığın daniskasıdır. Eğer düşünceleriniz ile gerçeklik birbirine tam tamına uyumluysa mutlak olarak ya sünepelik durumu ya da akli dengesizlik var demektir. Çünkü hayaller her zaman gerçeklerden daha önde, gelişimin motoru konumunda olmalıdır.

Bir zamanda bir yerlerde verilen mücadelenin bazen sadece verilebilmesi bile değerlidir. En ufak bir karşı olma halinin şiddetle bastırıldığı, evrensel hukuk normlarının dahi işletilmediği durumlarda sadece sokağa çıkabilmek bile son derece erdemli bir haldir. Bir geri çekilmeden bahsetmiyoruz. Bilakis en zor dönemlerde dahi içe kapanıp teorik zenginleşme, dış müdahalelerden korunma yerine etkisine bakmaksızın bir direniş sergilemek meramımız. Henüz güçlü olamadığınız çıraklık dönemlerinde çoğu zaman sizin kendinizi tanımlamanızdan öte dışarıdan nasıl tanımlandığınız belirler. Dolayısıyla meşruiyet zeminini kazanmak için toplumun sizi kabul edip, değer verdiği bir evreden söz etmemiz gerekir. İşte tam da buraya oturuyor, 1000 “Yatalaklı” Şehir Hastanesi, Adapazarı Garı’nın halkın yararına tekrar faaliyete geçmesi, Geyve, Karasu ve Kaynarca’daki doğa direnişleri. Daha önceki yazılarımızda da işledik. Bir arada durmayı, sosyal kent yaşamını…

-meli, -malı, -memeli, -mamalı dedik, bu da dahil olmak üzere bunlar “genelleme”dir dedik. Bu kipleri kullanmayalım demiyoruz, pek tabii lazımdır. Ancak ömrümüzü sadece söz söylemekle, kronik hale gelmiş muhalif halimizle, huysuzlanma, hayıflanma yerine kazanabilmeyi görmeye odaklayalım diyoruz.

Kazanmak

Kolay gibi görünen zor kelime; kazanmak. İkibinonyedi senesine gelmişiz, cumhuriyetin doksandördüncü yılı ama biz mesela laikliği kazanmaktan bahsedebiliyoruz. Acı. Koruyamadık çünkü. Özgürlükler alanı... Her gün adım adım geri alınıyor. İktidar, yani gücü elinde bulunduran odak haklı ya da doğru olmasına bakılmaksızın seni, beni, bizi parçalara bölüyor. En iyi yaptığı iş: bölmek. Kürtle mi yanyana durdun: onlar terörist, Türkle mi: onlar kemalist. Aleviyle mi yanyana geldin: onlarda bi mum söndü var ki, sorma, Ermeniyle: afedersiniz bayım!...

Yan yana gelmemek için en iyi becerdikleri iş olan bizleri bölmeyi alt ettiğimizde kazanacağız aslında. Bir dayanışma evi kurunca, sadakacılığın önüne geçeceğiz, kazanacağız. Ada Treni gelince kente, yeniden kazanacağız. Birbirimize düşman gibi bakmazsak hep kazanacağız. Mücadele ederken elle tutulur, gözle görülür kazanımlar elde eden insanlar, daha fazlasını kazanmak için motive olurlar, harekete geçerler.

Biz çoğuz. Kuvveden fiile…

Hayde…


 

Son olarak bazılarımızın bildiği, emekçilerin ortak kaderini anlatan, sınıfsal ve bölgeden bölgeye etnik köken tanımlamalarının yer değiştirdiği kısa bir hikâyeyle bitirelim yazımızı;

 

***

Bir gün bir Türk, bir Kürd, bir Ermeni sıcak bir yaz günü yolda ilerlerken susamışlar, dilleri damaklarına yapışmış. Etrafta su yokmuş ama yollarının üzerinde üzüm bağları varmış. Bakmışlar susuzluğa çare yok, şu bağlardan birisine girelim de iki salkım üzüm yiyelim demişler.

Bir süre sonra bağın sahibi Türk bunları uzaktan görmüş. Baktı ki üzümlerini yiyorlar aniden yerinden fırlayıp yanlarında bitivermiş. Deliye dönmüş sinirden… Ama üçünü birden gözüne kestirememiş…

– “Kimsiniz?” demiş önce…

Verdikleri cevaplardan, şivelerinden birinin Ermeni, öbürünün Kürd ve diğerinin de Türk olduğunu anlamış hemencecik.

Ermeni‘yi almış kenarına:

– “Hadi bunlar Müslüman. Sen benim dinimden değilsin, dilimden değilsin. Gâvurun dölü seni. Ne ararsın bahçemde?” deyip bir güzel dövdükten sonra atmış bahçeden.

Diğerlerinin korktukları gözlerinden okunuyor, bu defa Kürd‘ü almış yanıma:
– “Hadi bunu anladık, bu Ermeni. Yahu sen nasıl Müslümansın? Müslüman, Müslümanın malına göz koyar mı!” diye azarladıktan sonra bakmış yine ses çıkaran yok, Kürd‘ü de bir güzel dövüp, atmış bahçeden.

Sıra gelmiş Türk‘e. Eliyle omuzunu tutup babacan bir tavırla konuşur gibi görünerek:
– “E hadi bunlardan biri Ermeni, diğeri Kürt. Bunlardan her şey beklenir. Ama sen hem benim dinimdensin, hem benim dilimdensin. Bunu bana nasıl yaparsın!” deyip Türk‘ü de bir güzel döverek bahçeden atmış.

3 arkadaş üstü-başı toz, ağzı-burnu kan içinde sokağın sonunda birbirini yakalamışlar… Kürd olanı dönmüş ikisine de, sormuş:
– “O adam bir kişi. Biz 3 kişiydik. Nasıl oldu da bizi, üçümüzü de bu hale soktu? ”

Türk olanı vermiş hemen cevabını:
– “Ermeni‘yi dövdürmeyecektik! Ne yapıp edip, bu Ermeni‘yi dövdürtmeyecektik!

***

Eray DİRİARIN – 2017-10-14

___________________________

[1] Karl Marx, Feuerbach Üzerine Tezler, 11. Tez