Tamı tamına iki ay olmuş, yani koskoca altmış gün. Bu süre içinde dinlenip yenilenmek istiyor olmam hem iyiydi hem de bir kabus gibiydi.

İyiydi, çünkü günlük siyasal, ekonomik ve sosyolojik yoğunluk içerisinden çıkıp neredeyse unutmak üzere olduğum ‘dışarıdan bakabilme’ yetimi tazeleyebildim ya da öyle düşünüyorum.

Kabus gibiydi, çünkü gündemin çok seri biçimde değiştiği bir ülkede her alandaki aktüaliteden uzak kalıp analiz yeteneğinizi daha fazla geliştirme konusunda yoksunlaşıyorsunuz.

Ama, burası Türkiye ve iyi olanla kabus gibi diye nitelendirdiklerini harmanlayıp yeniden buluşmaya ilişkin biriktirmeler kaçınılmazdı. Ve, öyle de oldu sevgili okurlarım…

Ara vermeden önceki son yazımda, Samsun’da 82 yaşındaki bir adamın sağlık ocağında yaşadığı trajik bir olay üzerinden değerlendirme yapmıştım. Sonrasında hem kentlerimizde, hem ülkemizde ve hem de dünyamızda öylesi olaylar yaşandı ki, neye trajik, neye trajikomik, neye dramatik demeye karar vermede gerçekten zorlandık. (En azından ben zorlandım)

İşte, tam da bu yüzden ‘nerede kalmıştık’ diye başlamayı uygun gördüm.

24 Haziran seçimlerinden sonra ülkede değişen siyasal iklimin etkileri toplumu bütünüyle sarıp sarmaladı. İktidar anlayışın güvenini artırıcı olan sonuçlar, parlamento içi ve dışı muhalefetini ise deyim yerindeyse ürküttü.

Adeta sessizliğe bürüne muhalefet, uzun süredir seyretmekle yetindiği yeni dönemin analizini henüz yeterince yapmış ve iktidarla mücadele perspektifini netleştirmiş değil.

Hal böyleyken, yaratılan yeni toplumsal psikoloji üzerinden yürüyen Saray-AKP ittifakı tek başına kalmanın sağladığı muktedir yaklaşımlarıyla içeride ve dışarıda hesapsız adımlar atmakta sakınca görmüyor.

Dün söylenileni bugün terk eden ya da tam tersini söyleyen bu siyasal anlayışın, ne içeride ne de dışarıda kalıcı ve sağlam ittifaklar kurabildiğini söylemek olanaksız. Düne kadar Amerikancı siyasal politikalar ile yol alan Saray-AKP ittifakı şimdilerde Anti-Amerikancı politikalara bel bağlamış görünüyor ve sürekli propagandayla en azından kendi seçmen kitlesini kemikleştirmeye çalışıyor. Bunu yaparken de, ‘milli mesele’ tezleri üzerinden muhalefeti etkisiz hale getirmenin tüm yollarını açık tutup kısa vadeli kazanımlarla önünü boşaltarak yolu açıyor, sonra da at başı koşturuyor.

İçinde bulunduğumuz süreçte, ekonominin tıkandığı noktaları herkes açıkça görürken ve yaşanılan durumun analizini yaparken, mevcut duruma ‘kriz’ demek soruşturma ve tutuklanma nedeni olabiliyor.

Siyasetin tıkandığı noktalar için de, ne söylenirse söylensin dikkate almayan bir anlayışla karşı karşıyayız. Ülkeyi, AKP’nin programına göre dizayn etme uğraşı içinde olan, bunun hukuki (özel), sosyolojik ve siyasal zeminini oluşturmak için her fırsatı gözeten ve her krizi fırsata çevirmeyi ilke edinmiş bir iktidar gücüyle karşı karşıya olduğumuzu söylemek durumundayız.

Bütün bunları düşündüğümüzde, ‘kaldığımız yerdeki durum sanki daha iyiydi’ hissine kapılanlar olması doğaldır.

Oysa ki, gerçek, durumun hiç de böyle olmadığıdır. Ülkenin, ülke insanının ekonomik, sosyal, demografik durumunun iyileşmesi için, haksızlıkların, yolsuzlukların üstesinden gelinebilmesi için, halkın yönetime demokratik katılımının sağlanması, gelir dağılımının yoksulluk ve açlık sınırında olan toplamın lehine az da olsa değişmesi ve adalet duygusunun yeniden tesisi gerekir.

Önce yapmaya niyetli olmak lazım. Eğer, başka bir özlemi kurgulamak için gece gündüz mücadele veriyorsanız, tüm sözlerin altı boşalır ve hiçbir inandırıcılığı kalmaz.

Ve de, toplumsal travmaların yarattığı sonuçlar hiçbir zaman kolay giderilemez…