Geçen haftanın en önemli olayı kuşkusuz 5,8 büyüklüğündeki İstanbul merkezli depremdi. Bu köşede bir deprem yazısı yazacak değiliz, “deprem öldürmez, duyarsızlık ve ihmal öldürür” uyarısını yaparak biz bizi ilgilendiren kısmına geçelim.

Deprem sonrasında öğretmen temalı soysal medya hesaplarının paylaşımlarını görmüşsünüzdür:

“Depremde müşterisini bırakıp kaçan berber, altınları bırakıp kaçan kuyumcu, hastasını bırakan vs.” diye giden ve son olarak da “ama hiçbir öğretmen öğrencisini bırakıp kaçmadı…” diye biten biraz da karikatürize ederek öğretmenleri yücelten bir paylaşım, sosyal medyada dolaştı.

Diğer meslek gruplarına haksızlık etmeyelim, elbette onların da duyarlılıkları vardır, ancak tam da bu paylaşımda olduğu gibi Murat öğretmen (Murat Şevki Eryılmaz) deprem sırasında dersteydi, kendi korkularını bastırarak öğrencilerini sakinleştirdi, onları sağ salim bahçeye çıkarıp evlerine gönderdi. Aklı kendi çocuklarındaydı, 8 ve 12 yaşında iki kızı vardı koşarak onların okullarına gitti. Onların başında da öğretmenleri vardı elbette ama baba yüreği işte, yüreği kanat çırpar vaziyette kızlarını kucakladı, onları alıp evlerine bıraktı. Ancak, daha mesai bitmemişti koşar adımlarla kendi okuluna dönerken yorgun yüreği dayanamadı, yola yığıldı, kalp krizi geçirerek hayata veda etti.

Tam da paylaşımda olduğu gibi ne öğrencilerini ne de okulunu bırakmadı. Saygı ve rahmetle anıyoruz.

Okulunu bırakmadı’ deyince aklıma geldi. Geçen hafta içinde, Sakarya’da bir yerel gazetede bir köşe yazarı, sivil toplum kuruluşları ile Çark Caddesi’ne ilişkin yaptığı görüşmeyi aktarırken; “Çark Caddesini geliştirmek için, yıkılan İmam Hatip Lisesi arsasına okul yapmaktan vazgeçilmesini, hatta Dr. Nuri Bayar O.O ve Atatürk Lisesi arsalarının da satılmasını, buralara AVM yapılarak Çark Caddesinin genişletilmesini içeren bir fikir geldiğini ve kendisinin de bu fikri evvelden beri desteklediğini” yazdı.

Hem Atatürk Lisesi mezunu bir Adapazarlı, hem de bir öğretmen olarak açıkça belirtmeliyim ki; okulların arsa olarak görülmesi son derece üzücüdür. Biz öğretmenler okullara arsa olarak değil, tarihsel miras olarak bakarız, kültürel birikim olarak bakarız, anılarımız olarak bakarız. Kırıldığımızı ve böyle bir proje gündeme gelirse engel olmak için üzerimize düşeni yapacağımızı belirtmek isterim. Biz de Murat Öğretmen gibi okulumuzu bırakmayız.

Kültürel birikim deyince aklıma geldi, geçen hafta Medyazar.Com’da çıkan bir habere yansımıştı. Kent Şurası başkanı Erol Öztürk yaşadığı bir anekdot üzerinden Öğretmenlerin Kıyafetlerine gönderme yapmış; “Eskiden öğretmenlerin, giyimi kuşamı, kravatı ile hasılı kılık kıyafetleriyle toplum içerisinde hemen ayırt edilen insanlar olduğunu günümüzde ise öğretmenlerin ayırt edilemediğini ve bunun sonucu olarak hak ettikleri itibarı göremediklerine ilişkin” sitemde bulunmuştu.

Eğitim İş Kolundaki Sendikalar hükümetin baskıcı ve tek tipçi tutumuna karşı protesto olarak “sivil kıyafet” eylemine giriştiklerinde biz de bu haklı eyleme destek olduk. Ne var ki bazı öğretmen arkadaşlarımızın sivil giyinmekle özensiz ve bakımsız giyinmeyi karıştırdıkları da doğrudur. Son derece haklı bu sitemi özeleştiri olarak kabul etmekle birlikte, Erol Başkanımıza, Öğretmenlerin itibarını aşındıran şeylerin bunlardan ziyade daha başka konular olduğunu belirtmek isterim. Örneğin devletin resmi kurumlarının açıkladığı rakamlara göre yoksulluk sınırı 6 bin 964 TL. iken en kıdemli öğretmenin maaşı ise 4500 TL. civarındadır. Yani biz öğretmenlerin yoksul olabilmek için bile ek iş yapmamız gerekmektedir.

Sendikalar demişken… 2000’li yıllardan itibaren tüm dünyada sendikacılığın gerileme yaşadığı bir dönemde, Türkiye’de kabaca “Parti devleti” diye özetleyebileceğimiz, Totaliter, baskıcı AKP yönetimi ve bu yönetim biçimine uygun olarak yürüttüğü, kamu kaynaklarını özel sektördeki belli gruplara aktarımı ve taşeronlaştırmaya dayalı, esnek ve güvencesiz çalıştırma politikası, Türkiye’de bu gerilemenin daha sert ve daha yoğun yaşanması sonucunu doğurmuştur.

AKP’nin “kapitalist işletme mantığı” diye nitelendirilebilecek ekonomi politikasına paralel istihdam anlayışı nedeniyle yaşanan esnek ve güvencesiz çalıştırma modeli, yıllar içerisinde Eğitim İş kolunda parçalı bir Kamu Çalışanı topluluğu yaratmıştır.

Eğitim İş kolunun ana gövdesini oluşturan iki büyük çalışan grubundan “Genel İdari Hizmet Personeli” (Hizmetli, memur, teknisyen, güvenlik görevlisi vs.) önceleri özelleştirilen kurumlardan aktarılan emekçilerin, Kısmi Zamanlı olarak ( 4C ) istihdamı üzerinden sağlanırken, bu gün ise büyük ölçüde İş- Kur üzerinden kısmen de belediyelerden esnek ve güvencesiz olarak, yanı sıra da Okul-Aile Birlikleri üzerinden çoğu kayıt dışı olarak çalıştırılan insanlardan oluşmaktadır. Uzun yıllardır süre gelen bu durum nedeniyle kadrolu çalışan “Genel İdari Hizmet Personeli” (Hizmetli, memur, teknisyen, güvenlik görevlisi vs.) neredeyse yok denecek seviyeye gerilemiştir. Bu grubun büyük ölçüde Kamu Çalışanları Sendikalarının örgütlenme alanının dışına çıkarılması nedeniyle, Eğitim İş Kolundaki Sendikalar adeta “Öğretmen Sendikası” haline dönüşmüştür.

Eğitim İş kolunun ana gövdesini oluşturan iki büyük parçadan diğeri olan “Eğitim Öğretim Hizmetleri Personeli” yani öğretmenler de esnek ve güvencesiz istihdam modelinden nasibini alarak birbirinden farklı statüde çalışmaktadırlar. İktidar, tüm öğretmenleri esnek ve güvencesiz olarak istihdam etmenin koşullarının henüz oluşmadığını düşündüğünden bu politikasından vazgeçmemekle birlikte; “Kadrolu Öğretmenlerin” yanı sıra “sözleşmeli öğretmenlik” ya da “ücretli öğretmenlik” gibi yollara başvurmuştur.

Çoğunlukla asgari ücretin altında bir ücretle çalıştırılan esnek ve güvencesiz istihdam modelinin en vahşi örneklerinden biri olan “ücretli öğretmenler” Sendikaların örgütlenme alanının tamamen dışında yer almaktadır. İş güvencesi işverenin (MEB) iki dudağı arasında olan “sözleşmeli öğretmenlerin” ise işverenin işaret ettiği sendikanın dışında bir sendikada örgütlenmeleri fiilen mümkün olmamaktadır.

AKP başa geldiği ilk günden beri, öğretmenlerin iş güvencesini ortadan kaldırmaya yönelik mevzuat değişikliğini sıklıkla gündeme getirmiş tüm öğretmenlerin, kadrosuz, güvencesiz, sözleşmeli olarak çalıştırılması yönündeki politikasını hiç gizlememiştir. Bu anlamdaki yasa tekliflerini zaman zaman gündeme aldıysa da gelen tepkiler nedeniyle geri çekmek zorunda kalmıştır. İktidar yeni açıkladığı, “Eğimde 2023 Vizyon Belgesi’nde de öğretmenlerle ilgi güvencesiz istihdam politikası ile ilgili planlarını ortaya koymuştur. Bu nedenle önceki yıllarda kadrolu olarak atanmış öğretmenler de, her gün iş güvencesinin ortadan kalkacağı endişesini yaşamaktadırlar.

Kamu emekçisi öğretmenler bu haldeyken. Özel okullarda, dershanelerde, kurslarda, etüt merkezleri vb. “Özel Öğretim Kurumlarında Çalışan Öğretmenlerin” durumu çok daha vahimdir. Uzun çalışma süreleri, günlük 13-14 saatlere ulaşırken, pek çoğunun hafta sonu tatilleri yoktur. Bir gün hafta tatili imkanını bulan “şanslı öğretmenler” ise o gün soru veya materyal hazırlamaktan asla dinlenmeye vakit bulamazlar. Her biri bilimsel birer eser olan hazırladıkları sorular için öğretmenler telif alamazlar. Bu gruptaki öğretmenler de Kamu Çalışanları Sendikalarının örgütlenme alanının dışında yer almaktadır.

300 binden fazla ataması yapılmamış ve geçimini başka yollardan sağlamaya çalışan öğretmenler de yine Kamu Çalışanları Sendikalarının örgütlenme alanının dışında yer almaktadır.

Devletin istihdam politikası nedeniyle oluşan kamu çalışanlarının parçalı hali elbette kamu sendikacılığının gerilemesinin en önemli etkenlerinden biridir, ancak kamuda faaliyet yürüten sendikaların mevcut halleri ve tutumları da kamu sendikacılığının gerilemesinde önemli rol oynamaktadır. Özellikle hükümete yakınlığıyla bilinen, hatta yakınlığın ötesinde bizatihi hükümetin mevzuat gereği gerçekleştiremeyeceği kimi işleri yürütmek üzere konumlanmış olan Memur Sen… Yoğun baskı, tehdit ve kamu yöneticilerinin yetkisel güçlerini de kullanarak, kamu çalışanlarının günlük yaşam döngülerini olumsuz yönde bozacakları algısı ile çalışanları korkutarak üye sayısını arttırmış, ancak işverenle kurduğu ilişki biçimi ile de kamu sendikacılının işlevsizleşmesine yol açmıştır.

Asla bir sendika hüviyetinde olmayan, olsa olsa bir korporasyon olarak tanımlanabilecek olan bu oluşum, çalışanların mesleki, demokratik ve özlük haklarını iyileştirmek, genişletmek, geliştirmek yerine kamu çalışanlarının sendikaları, tayin, terfi, iş görme, makam sahibi olma bürosu olarak görmesi sonucunu doğurmuştur. Birçok kamu çalışanı öğretmen aslında aidiyet duymasa da, ‘günlük yaşam döngüleri’ bozulmasın diye Memur Sen’e bağlı Eğitim Bir-Sen’e üye olmuşlardır.

Bu yolu tercih etmeyen diğer çalışanlar ise iş kolu ya da mesleki önceliklerine göre değil politik tutumlarına uygun düşen sendikalara üye olmuşlardır. Böylece şu politik tutumu gösterenler şu sendikaya, bu politik tutumu gösterenler bu sendikaya üye olur gibi tam da egemenlerin murat ettiği gibi sınıf temelli değil, kimlik temelli sendikal örgütlenmeler ortaya çıkmıştır.

Elbette sendikalar ideolojik aygıtlardır, ancak günlük politik gündeme bu düzeyde angaje olmuş sendikacılık, kavramın işlevini bozduğu gibi, hükümet gücünü elinde tutan Memur Sen gibi sendikaların da ekmeğine yağ sürmüştür.

Tam da bu ağır tablonun yaşandığı sırada ortaya çıkan 15 Temmuz darbe girişimi ve hükümetin bunu fırsata çevirerek giriştiği tasfiye süreci, gerek ihraç, sürgün ve açığa almalarla, gerekse ceza ve tehditlerle genelde kamu çalışanları sendikacılığının, özelde de “öğretmen sendikalarının” dip diye nitelendireceğimiz bir düzeye gerilemesine yol açmıştır.

Bu gün 5 Ekim Dünya Öğretmenler Günü; Öğretmenlik Mesleğinin Hak ettiği itibarlı günlerine bir an önce kavuşması dileğiyle, bütün meslektaşlarımızın Öğretmenler Gününü Kutlarım.

“Yahu Öğretmenler günü 24 Kasım değil miydi, bu 5 Ekim de nereden çıktı?” diye düşünenler geçen yıl bununla ilgili enine boyuna yazdığımız yazıya şuradan bakabilirler.

http://www.medyayazar.com/ogretmenlik-vicdan-5-ekim-dunya-ogretmenler-gunu-makale,78.html