Bu yazıyı ilk Dalgın Sular projesi ile uğraşırken yazmıştım. Ölüm, hem çok kişisel bir sorgulama hem de dedem dışında acı kısmı ile dile gelmeyen, İskender hocamla sohbetlerimizde baş köşede oturan bir şeydi. Baş köşeye oturtup ikimizde nasıl başa çıktığımıza dair ahkamlar keserken bu konu üzerine yaz dedi bana hocam. Emir büyük yerden gelince işe koyulmuştum tabi. Nerden bilebilirdik son yılların tatsız deneyimleri ile baş köşeye koyduğumuz şeyin canımıza okuyacağını. Artık ölüm, bende tarif etmenin hem güç hem de basit çağrışımları olan bir şeyyyyyyy. Bu şey’i sayfalar dolusu uzatsam yayınlar mısın editör arkadaş? Burada kavramla ilgileneceğim, y’ler ile ilgili Hanım arkadaşla bir ara çalışacağız artık. Y’lerin hikayesi Hanım Koçyiğit’in kalemi ile anlam kazanır belki.

Bu girizgâhtan sonra, dediğim gibi ilk başta bu konuyu ele almak bende heyecan uyandırmıştı. Neler söyleyeceğimi az çok kafamda tasarlamıştım. Zaman daralıyor bense yazmayı sürekli erteleyip kaçacak bir yol arıyordum. Benim durumum da işin doğasına uygun hareket ediyordu. Tıpkı çocukların ders çalışmayı sürekli ertelemesi, bahaneler bulması, sonra sıkışmaları ve kaygı yaşamaları gibi… 

 İşimi yaparken sıkça karşılaştığım akademik sorunlarla başvuranların dile getirdiği şikayetler de bana,  daha sınav korkusu mu kaygısı mı ayrımına bile varamadığımızı düşündürdü. Sınanmak karşısında nasıl bir ruh hali yaşandığından giderek emin olamadığımızı da… Sonucun her hangi bir dersten başarısız olmak, sınıf tekrarı yapmak, üniversiteye girememekten ziyade varoluşumuzu tehdit eden bir duruma dönüştüğü bir yerdeyiz. Tıpkı aylardır dünyayı etkisi altına alan COVID-19 gibi. 

Kavramaya çalıştığım şey kişinin sınanma sonucundaki durumunu nasıl ele aldığı ve anlamaya çalıştığı. Niye önemli bu sonuçlar, hayatımıza katacağı şeyler neler? Bir üst sınıfa geçmek, üniversiteye girmek ne ifade ediyor? Kestirmeden söyleyecek olursam başarılı olmak istiyoruz. Bunu bazen kendi mutluluğumuzun anahtarına kavuşmak kimi zaman da ailemizi mutlu etmek için istiyoruz. Nedir bizi bu uğurda gayret göstermekten alıkoyan, zaman zaman felç eden, mutluluk yolculuğuna gölge düşüren, şu kaygılı, korkulu ruh halleri? 

Korku,  bir tehlike veya tehlike düşüncesi karşısında ortaya çıkan duygu ve insanın kendini koruma davranışları sergilediği, bedende de değişimler yaratan bir durumdur. Korkunun bir öngörü ve bu öngörü sonucunda kaçma, kaçınma gibi önlem almaya yönelik tepkiler içerdiğini söyleyebiliriz. Kaygılarımıza da bazen benzer davranışsal, duygusal ve bedensel belirtiler eşlik edebilir. Çünkü her iki duyguyu da tetikleyen, bir tehlike ya da tehdit algısıdır. Ancak korku söz konusu olduğunda organizmayı alarm durumuna getirip savunma kalkanlarını harekete geçiren dışsal bir durum ya da nesneyken,  kaygıyı kışkırtan içten gelen bir tehdidin algılanmasıdır. Bu yüzden korkunun nesnesi vardır. Kaygı söz konusu olduğunda ise kendi “içimiz”, bize ait bir şey, bir tehdit halini almıştır. Bu yüzden nesnellik kazanamaz, yok ya da belirsizdir. Nesne belirsiz olduğu gibi, hedef de belirsizleşir, kaygının tehdit ettiği şey, kolumuz, bacağımız ya da başka bir gövde parçamız ya da evimiz, ocağımız, hayattaki diğer kazanımlarımızından biriyle sınırla kalmaz, varlığın bütününe doğru yayılır. O anlamda kaygı daima varoluşsaldır. Bugün de korkumuzun ayan beyan ortada olan nesnesi virüs karşısında aldığımız önlemleri düşünün. Bir de önlem olarak yaptıklarımızdan ziyade yaşadığımız ruhsal durumları. Tüm önlemleri alsak da belirsizliğin gelip bizi kuşatmasını ve kaygının sularına atmasını.

Eğer atalarımız korku denen şeyden yoksun olsalardı muhtemelen insanlık bugünü göremeyen bir canlı türü olurdu. Korku bizi dış çevreden korur; bu sayede de hayatta kalmamıza katkıda bulunur. Korkulan nesneden kaçabiliriz. Misal köpekten korkuyorsak bu tehdidi yaratabilecek her türlü durumdan uzak durmaya çalışırız. Ya da virüsten korunmak için sosyal mesafeye, hijyene dikkat ederiz. Daha da ileri gidelim sosyal izolasyona geçenlerimiz var. Her türlü dış tehditten kendini uzak tutanlar. Rahatlar mı acaba, huzurları yerinde mi? Virüsten kaçmak yarattığı duygulardan kaçmaya yeterli mi?

Peki, kaçamayacağımız, çünkü son kertede bize, içimize ait olan şey nedir? Ölüm! İşte yine soru yine cevabı; ölümden kaçamayız. Hayatta kalma dürtüsü ile güdülenen insanın temel meselesidir ölüm.  Dışsal olsun içsel olsun her tehdidin ufkunda ölümün belirsiz ama kaçınılmaz varlığını sezeriz. Ölüm belirsizdir, çünkü henüz ölmedik. Ölenlerin de bilgisinden faydalanamıyoruz, çünkü öldüler. Yani ölümün ne demek olduğunu bilemeyiz. Bilemediğimiz şey karşısında da kaygılanırız. 

Bilgi, kaygıyı azaltır. Varoluşsal kaygımızı azaltmak, onunla baş edebilmek için ölümün nasıl bir şey olabileceğine dair çoğunluğun fikir, inanış yelpazesinden kendimize uygun bilgileri seçeriz. Bu yaygın inanışların yön verdiği şekilde ölümün ne demek olduğunu kestirmeye çalışırız. Yani bilinmez, belirsiz olanı anlamlandırma çabasına girerek kaygıdan kurtulmaya çalışırız. Tabi ki bu durumdan tamamen kurtulamayız, bunun izleri yaşamımızda başka kılıklarda karşımıza çıkar. Bu varoluşsal kaygıyı kontrol edebilmek, belirsizliği belirli bir nesneye dönüştürmek için korkuyu yaratırız.  Misal, “cehennem ateşi” kavramını, kelime anlamında, harfiyyen kabul ediyorsak, ölüm, yokluk karşısında duyduğumuz kaygıyı, yanmaktan duyulan gerçekçi ve makul bir korku doğrultusunda ehlileşitirebiliriz. 

Bütün bunlardan ötürü, korku ve kaygının ne olduğu ve aralarındaki farkların neler olduğu konusundaki temel kabulleri benzeşse de, filozoflarla psikoterapistlerin kaygı karşısındaki tavırları birbirlerinden radikal bir biçimde farklılaşabiliyor. Filozoflar, kaygıda durmanın ölümün kaçınılmazlığı ve bilinmezliği karşısında benimsenebilecek biricik gerçekçi tavır olduğunda ısrar edebilirler. Bizim işimiz ise, Nazım Hikmet’in “acayip bir güç” diye nitelediği şeyin harekete geçmesine yardımcı olmaktır:

En acayip gücümüzdür,
Kahramanlıktır yaşamak:
Öleceğimizi bilip,
Öleceğimizi mutlak.

Bütün insanların ölümlü olduğu, Sokrates’in de bir insan olduğu elbette doğru; ama Sokrates’i önemli kılan, bütün insanlar gibi ölümlü olduğu değil, kendi ölümünü taşımasını mümkün kılan bir dili kurmuş olmasıydı. Psikoterapi süreçlerinin de Sokratik soruşturmaya akraba bir yönü vardır; her psikoterapi sürecinde gelinip o sınıra dayanılmasa da, insanın kendi ölümlülüğünü nasıl taşıyacağı, varoluşun temelinde yatan kaygıyı nasıl katlanır kılacağı soruları, her psikoterapi sürecinin sınırlarında kendi varlıklarını hissettirirler. 

Modern sanatta “kaygı” dendiğinde ilk akla gelen imge… Edward Munch’ın “Çığlık” tablosu; bu imgenin de gösterdiği gibi, kaygının akrabası olan ruh halleri arasında, korkunun yanısıra, tasayı da, dehşeti de sayabiliriz.