Uyandığında güzel bir güne başlamak üzereydi. Çok güzel bir gecenin ardından dingin bir sabah başlıyordu. Kalktı, banyoya gitti. Aynada kendini gördüğünde şaşırıp kaldı. O alnındaki lekede neydi öyle? Ellerine baktı, kirliydi. Tamam, dedi bu normal, hep kirletirim elimi, sonra suyla yıkarım, çıkar. Peki alnı nasıl kirlenmişti? Farkında olmadan elimi alnıma sürdüm sanırım, dedi sinirle, şimdi işin yoksa alnındaki kiri çıkarmaya çalış.

Musluğu açtı, elini güzelce sabunladı bu arada biraz ılımış suyla yıkadı, kir akıp gitti, yeniden pirü pak olmuştu. Gülümsedi, her şey bu kadar işte dedi.

Sonra başını kaldırıp uzun uzun aynadaki yansımasına baktı. Canı sıkıldı.

Elin kiri neyse de alın öyle mi ya, kolay çıkmazdı o leke, hem çıksa bile izi kalırdı çoğu kez. Öyle olmasa bu kadar korkulur, korkutulur muydu onunla? Hem insan eliyle karşılaşmaz ki her gün aynada; ama alın öyle mi? Her gün en az bir kere karşında hatırlatır sana ayıbını(!), herkesten gizlesen aynadaki gözlerinden nasıl gizleyeceksin?

Oysa ne rahattı şu ana kadar. Yıllarca, elini kirletmekten hiç imtina etmemişti, ne olacaktı ki? Alnı kirlenen başkalarıydı nasıl olsa. Bedel ödemesi gerekenler de onlardı. Zorla mı yaşamıştı olanları, hepsi seve seve bu günaha ortak olmuşlar, sonucunu bile bile bu yola girmişlerdi. Hem dişi köpek kuyruk sallamasa erkek peşinden gider miydi?

Peki daha önce yabancısı olduğu bu kirlenmişlik duygusu nasıl oluyordu da bir yılan gibi sinsice yüreğine uzanıyordu?

Aklı ile yüreği birbirlerinin seslerini bastırmaya çalışıyordu sanki. İkiye bölünmüş gibiydi.

Sislerin arasından yavaş yavaş bir görüntü belirdi, küçük bir çocuk evin dış kapısında öylece durmuş, büyük bir korku ve şaşkınlıkla komşu teyzenin çığlıklarını dinliyordu. ‘’Alnımızı lekeledin sen, nasıl bir evlatsın, seni doğuracağıma taş doğursaydım, namusumuzu iki paralık ettin, ele güne ne deriz!’’ diye bir yandan bağırıyor, bir yandan nefes alamıyormuş gibi elbisesinin yakasını yırtmak için çabalıyordu, kızları Zeynep abla annesinin arkasında küçücük kalmış, yere bakıyordu ama her halinden şiddetli bir şekilde hırpalandığı belli oluyordu.

Annesi Zeliha teyze ara ara kızına hamle yapıp saçını yolmaya çalışıyor, sonra yarı baygın halde onları yatıştırmaya çalışan komşuların kucağına yığılıyordu. Sonunda zar zor Zeliha teyzeyi biraz sakinleştirp evlerine döndü herkes.

Akşam babası geldiğinde annesi onun odada olduğunu pek önemsemeden o gün yaşananları anlatıyordu,.”Yazık,” dedi babası, “demek alnı lekelendi kızın, artık insan içine çıkamaz.”

Akllına oyun parkında arkadaşıyla oynarken düştüğü ve yüzü kumlara geldiği için alnının da kirlendiği gün gelmiş, birden utanmıştı, demek çok kötü bir şey yapmıştı. Ağlamaya başlamış, gidip annesine “Anne, oyun parkında düşüp alnımı kirlettiğim için özür dilerim, ben onun kötü bir şey olduğunu bilmiyordum.” diye sarılmıştı. Anne ne olduğunu anlamamış, olur böyle şeyler, sen üzülme bir dahaki sefere daha dikkatli olursun, önemli olan yaralanmaman.” demişti. Çocuk şaşırmıştı bu o kadar önemli değilse Zeliha teyze Zeynep ablaya neden o kadar kızmıştı peki? “Acaba büyünce mi çok kızılıyor buna?” diye düşünmüştü.

Bir kaç gün sonra acı bir çığlıkla uyanmışlar, herkes yataklardan fırlamış komşu teyzenin evine koşmuştu. O da gitmek istemiş ama bırakmamışlardı. Zeynep ablayı bir daha hiç görmemişti.

Yıllardır, zihninin arkalarına attığı anılar şimdi gün yüzüne çıkıyordu.

Yavaş yavaş farkediyordu ki, aslında bu güne kadar bulduğu tüm bahaneler bir aldatmacaydı, vicdanının sesini bastırmadan başka bir şey değildi. Her şey aslında elin kirlenmesi ile başlıyordu. Kirli eller değip lekeliyordu alınları. Şimdi farkında olmadan sürdüğü eli nasıl kirletmişse alnını öylece karartacaktı geleceğini de. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

Sokağa çıkmak bile ayıptı onun için, köşe bucak saklanacak, karanlıklara sığınacaktı. Bir tek, gece örterdi kirini. Gece, gündüzün yerine geçmişti artık. Kuytular sığınağı olacak, en yakınları bile düşmanca bakacaktı. Tüm herkes onu gösterecekti geçtiği yollarda, arsız bakışları üzerinde hissedecekti. Bir daha “Temiz?” ’insanların arasına kabul edilmeyecekti.

Nasıl olsa kirlenmişti(!) artık, ha bir ha bin; ne fark eder, diyecekti. Salyalı ağızlar… Hep öyle olmuyor muydu? Gazetelerin üçüncü sayfa haberleri bunlarla dolu değil miydi? Her seferinde, “O da istemişti, şimdi kıvırıyor,” dememiş miydi? “Öyle olmasa o saaatte orda ne işi vardı?” en büyük bahanesi değil miydi? Bir yandan kara çalarken ömürlere, diğer yandan alnı ak(!) aramıyor muydu yuvasına? Öylesi layıktı çünkü kendisine, diğerleri .... Adam sen de, eğlencelik basit hikayeler, bugün var yarın yok nasıl olsa.

Kaç yıkıntı bırakmıştı ardında farkında bile değilken, kendini hep temiz ve haklı hissederken her seferinde elini yıkayıp kurtulmuşken şimdi bu ne tedbirsizlik, ne dalgınlıktı? Alnını bıçakla kazıyası vardı, peki ya ömrünü? Onu nasıl temize çekecekti? Şakası yoktu bu işin, namustu(!) bu, başka bir şeye benzer mi? Kanla temizlenirdi ancak.

Yere çöktü, dizlerini karnına çekti, başını dizlerine dayadı, etrafında onlarca kadın ona bakıyordu şimdi, hepsinin gözleri acıdan kan revan. Hepsini tanıyordu:

Şu daha on beş yaşında hayatının baharında bir gençlik hevesine kurban ettiği , diğeri karnında bebeği ile arkasına bile bakmadan bırakıp gittiği…

Hepsinin alacağı koca bir ömür vardı ondan. Ne yana dönse nafile, gözlerini kapatması bile işe yaramıyordu. Gözler her yerde izliyordu onu. Çıldırmak üzereydi. İlk defa kendinden tiksindiğini hissetti, midesi bulandı, kendi üstüne kustu, içindeki tüm irini, safrayı atmak istiyordu. Olmadı, ne kadar çabalasa boşuna. Dipsiz bir kuyuya düşmüş gibi boşluğa yuvarlanıyordu. Son bir gayret kalktı,küveti doldurup içine girdi, başını sıcak suya daldırdı belki kurtulurum umuduyla.

Ertesi gün bir gazetenin üçüncü sayfasında, küçücük bir köşede haberi çıktı, alnı küvetin içinde küçücük bir fotoğrafla. Haberi onlarca göz görmüş, onlarca yürek okumuştu.