Hangimiz çocukluğumuzda ayna önüne geçip elimizde saç fırçasından oluşan mikrofonumuzla hayalimizdeki milyonlarca seyirciye konserler vermedik ki. Sokağa çıktığımızda binlerce hayranımızın etrafımızı saracağı bir şöhretin rüyalarını görmedik.

Tüm bunlar birçoğumuzun hayatında gülümseten anılar olarak kaldı.

Şimdi kendi hayran olduğumuz sanatçıları sahnelerde izlerken söyledikleri şarkılara eşlik ederek o masum hayallerimize küçük bir selam gönderiyoruz.

Bir de bizim o hayallerimizi yaşayanlar, sahne ışıkları altında devleşen insanlar var. Bugün onlardan biri olan Bilge Elif Kendik ile konuştuk. Bir yandan kendisini yakından tanırken diğer yandan o ışıkların arkasında karanlığı görmeye çalıştık.

Ülkemizin ve tüm dünyanın koronavirüs ile mücadele ettiği için evlerde kaldığımız şu günlerde müziği büyüsüne kendimizi kaptırıp ruhumuzu dinlendirmeyi unutmayalım.

Serap Özer…

MÜZİĞE HİZMET ETTİĞİNİ UNUTMAYACAKSIN

-Bizler sizi hep sahnede, ya da kameralar önünde görüyoruz, ancak tüm bu görünen alanın dışında Bilge Elif Kendik kendini nasıl anlatır?

-İstanbul’da doğdum ancak Adana’da büyüdüm. Çocukluğum ve gençlik yıllarım orada geçti. Babam Ayvalık, annem yarı Adana yarı Sapancalı. Bir tarafım Mısır Arabı, bir tarafım Gürcü, diğer bir yanım Midillili tam bir üçgen yani. Bir tanesi kuzey, bir tanesi Ortadoğulu, bir tanesi batılı.

- Hepimize ileride ne olacaksın diye sorulmuştur? Siz bu sorulara ne cevap verirdiniz?

İleride ne olacaksın sorusunu küçük yaşlarda bile sevmiyordum. Tıpkı anneni mi daha çok seviyorsun , babanı mı sorusu gibi. Bana bu soruyu sorduklarında tepki olarak ‘’seni’’ diyordum. İleride ne olacaksın diyenlere de önceleri ‘’ büyüyünce bakarız’’ diyordum baktım olmuyor, her gün yeni bir mesek söylemeye başladım. Bir gün itfaiyeci diyordum, başka bir gün ayakkabıcı…

-Sizi bu dala kim teşvik etti?

-Annem. Kendisi resim bölümü mezunu, babam ise fizik. Bu nedenle annem babamı zor ikna etmiş. Bu şekilde dokuz yaşında sınavlara girdim ve kazandım. Çocuk olduğum için durumun çok farkında değildim.

-Peki, konservatuarı sonradan mı sevdiniz?

-Hayır, annem bana konservatuvarın nasıl bir yer olduğunu anlatmıştı. Bana kazandın dediklerinde ‘’ben zaten oradaydım ki’’ dedim. Hiç şaşırmadım. Bu kibirden değil ama hani çok giydiğinizde sizin beden şeklinizi alan eşofmanlar vardır ya, işte benim için o eşofman konservatuardı. Zaten ilkokuldayken teneffüs aralarında herkesi organize edip kendini alkışlatan, öğretmenin masasının üstüne çıkıp öğretmeni taklit eden, mukallit karakteri gibiydim. Sürekli oyun, hikâye anlatan, hikâyeci bir tiptim.

-Kendinizi şanslı hissediyor musunuz?

-Hissetmek değil, öyleyim. Ben Tanrı’nın melodisini duymak gibi bir lükse sahibim. Tanrı beni öyle işaretlemiş.

-Sanat alanında alaylı ve okullu ayırımı çok yapılır? Size göre hangisi daha makbul?

-Bana insan müzisyen makbul. Çünkü şöyle bir laf var ‘’Eşeğe altın semer de taksan eşek yine eşek’’ bunun eğitimlisi, eğitimsizi fark etmiyor. Tabi ki eğitim şart ama cahiliye önce insanın kalbinde başlar , zihninde değil.

-Siz piyano da çalıyorsunuz, sizin gibi herhangi bir enstrüman çalan sanatçıların kendilerini koruması çok önemli. Herhangi bir rahatsızlık durumda başvurabileceğiniz sağlık kurumu var mı?

-Paris’te sanatlar tıbbı diye bir hastane var.

-Geçmişten ve günümüzden etkilendiğiniz sanatçılar kimlerdir?

-Bir çok kişi var. Örneğin; Freddie Mercury, Etta James, Gülsin Onay, Fazıl Say, benim de hocam olan Can Çoker, Duygu Esen, Leyla Hüseynov, sınıf arkadaşım var, insan her şeyden etkilenir ki.

-İlk defa dinlediğiniz bir sanatçı için bu iyidir diyebilmek için sizde hangi duyguları uyandırması gerekir?

-Peki, ben size bir şey sorayım. Sizce dünyada en çok satılan oyuncak hangisi?

-Sanırım bebek.

-Hayır Lego. Çünkü Legolar birbirinin içine geçer ve yeni bir şey inşa edersin. Renkleri ne olursa olsun. Farklı renkleri bir araya getirirsin ve bir yapı oluşturursun. Birbirinin içine geçip ‘’Klik’’ sesi çıkarmayan hiçbir şey sizde hayranlık uyandırmaz.

-Yani sizin dünyanızda da yeni bir şey üretmesi lazım.

-Tabi.

-Sizi sahnede şarkı söylerken dinlediğimizde seyirci ile sohbet ederek ilişki kurduğunuzu gördük. Peki piyano çalarken bu iletişimi nasıl kuruyorsunuz?

Aslında sohbet etmiyorsun. İnsanları dinliyorsun. İnsanlara bakmıyor, onları görüyorsun. İnsanları duymuyorum, insanları dinliyorum. Daha kapıdan içeriye girer girmez mutlumu, mutsuz mu anlıyorum. Görüyorum yani ben onu. Bu biraz da beni dinleyene açık olmakla alakalı bir şey. Bütün kanallarımı açık bırakıyorum ama o sırada orkestra arkadaşlarımı da açık tutuyorum. Hepsinin aynı anda yapıyorsun. Çünkü zaten polifoni çok seslilik demek. Yani çok ses dinlemelisin. biraz önceki Lego gibi düşünün doğru kliği bulduysan problem yok.

-Sanat sevgi ile bir bütünlük içindedir. Size göre sevgi nedir?

-Sevgi bir reflekstir. Niye, nasıl ve ne zaman sevdiğini unuttuğun zaman seviyorsun demektir. Bir şeyi seviyorsundur, onu niye ve ne zamandır sevdiğini unutmuşsundur. Ne zaman sevmeye başladığını hatırlamazsın bile. Örneğin; Bir şey ekmişsindir, yeşermiştir, meyvesini yerken ben ağacı buraya ne zaman dikmiştim, fidanı nerden almıştım? Dersin. Bazen ara ara aklına gelir, sonra unutur devam edersin.

-Sahnedeki o performansınıza rağmen eminim ki sizlerin de kendini kötü hissettiğiniz ve kimseyi görmek istemediğiniz günler olmuştur.Böyle bir gün de sokakta bir izleyiciniz size yaklaştığında tepki verdiğiniz oldu mu?

Hayır tepki vermedim hiç. Tabi ki yüzümden, gözümden bir şekilde belli oluyordur. Yani insanız sonuçta. Bir de tepkileri çok belli, net bir kişiyimdir. Çok gri alanım yok maalesef. Ama kırmadan dökmeden, mümkün olduğu kadar kısa bitirip oradan uzaklaşıyorum.

-Bir yanda klasik Türk müziği- ki saray müziği olarak başladığını biliyoruz, divan edebiyatı eserleri etkin- diğer yan da ise halk müziği yani halkın kendi duygu ve düşüncelerini en yalın haliyle söze döktüğü tür var. Siz kendinize hangisini daha yakın buluyorsunuz? Bunun yanında şunu sormak istiyorum, 1980’ lerde Türkçe pop adı altında batı müziğine Türkçe sözler yazılmış, daha sonra arabesk furyası ortaya çıktı, günümüzde ise rap ve hiphopu görüyoruz. Siz bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu bir yozlaşma süreci mi?

-Hayır, müziğin iyisi, kötüsü var. Bunun Klasik Türk müziği, halk müziği veya rapi yok. Ona bakarsanız zamanında da Amerika’da blues arabesk muamelesi gördü. Blues bizim arabeskimiz, jazz türküleri, soul uzun havalarıdır. Bu her zaman böyle oldu. Tango 1900’lerin ortasına kadar sokak dansı olarak görüldü, sonra salon danslarına girdi.O sırada bir sürü başka danslar türedi ama o kaldı. Onu aldılar. Rock n roll çıktı ona asi, metal çıktı bunlar kendilerini keser dediler ancak Metallicayı biz hala dinliyoruz. Yani zamancılık yapmamak , eskici gibi biriktirmemek lazım. Saygı duymayı öğrenmek, temelinde olduğunu bilmek, üstüne konulanların iğreti olup olmadığına bakmak gerekiyor.Hele Anadolu gibi üzerinden geçmeyen medeniyet, din, insan ırkı olmayan topraklarda. Dünyanın en zengin melodilerine sahibiz. Kuzey ayrı, güney ayrı. Bana söyler misiniz bir ülkede kaç farklı şive olabilir? Biz de köyde bile değişiyor. Her şive başka bir melodi demek, doğal olarak yaptıkları müziklerde ayrı, klasik Türk müziğinde de bizim halk müziği de.

Bir şeyler bu kadar kalabalıkken insanların bir şeyleri de karışık algılamaları ve çabuk yozlaştırmaları çok normal. Ancak her zaman iyi olan kalacak. Örneğin; 90’lar pop furyasını hatırlayın, her gün yeni bir şarkıcı çıkıyordu, şimdi kalanlardan kaç tane sayarsın? Ama kaldılar değil mi ve bu insanlar bu işi hala zırh gibi yapıyorlar.

-Toplumsal değişimle bir ilişkisi var mı tüm bu olanların?

-Sosyo- kültürel, coğrafi, politik, para gücü, devletinin gücü hepsinin etkisi var. Bir dönem Edith Piaf’ı dünya tanıyordu neden çünkü o dönem Fransızlar güçlüydü ve bizim okullarımızda Fransızca öğretiliyordu, sonra yerini Almanya ve Almanca aldı. Bu müzikte de böyle. Biz konservatif eğitim alırken Çukurova Üniversitesi Devlet Konservatuarı hocaları ve hocalarının vizyonları ve misyonları açısından çok şanslı bir jenerasyonduk. Çünkü eğitimimizde hiçbir bencillik yapmadılar ki bizde çok bencillik olur.’’ Aman daha fazla öğretmeyeyim boynuz kulağı geçmesin’’ falan. Harry Potter izlediyseniz bizde Slytherin çoktur ve o kadar karanlık olursun ki gözün asla ışığı görmez. Işık içeri girmesin diye her deliği tıkarlar ve senin de dünyanı karartırlar. Yani bizim işimizde temelde en çok bilmen gereken ‘’Evet sahneye çıkmak, enstrüman çalmak isteyebilirsin peki bedelini ödemek istiyor musun?’’ Orda olmanın bedelini kimse ödemek istemiyor.

-Biz sanat dünyasını çok aydınlık ve naif biliriz ancak hem sizin hem de yerli yabancı birçok ünlünün anlattıklarından öğreniyoruz ki, arka planda çok zor ve sert bir savaş yaşanıyor. Peki, çok hassas olan sanatçılar bu sürece nasıl dayanıyor?

-Doğrusu hiçbir kaya pamukla yontulmaz. Biz de kaya, bir çeşit fiyort oluyoruz aslında. Norveç’in Fiyortları gibi buzlar bizi kazıya kazıya jilet haline getiriyor. Ancak burada önemli olan seçim şu? Neyi kesiyorsun? Keskin olduktan sonra neyi kestiğin. Orda önemli olan amacının ne olduğudur.

-Bedeli ağır bir süreç diyorsunuz, birçok kişinin intiharları ya da uyuşturucu kullanımının yoğun olduğunun düşünülmesi de bu nedenle mi?

-Bir o da var bir liman seçiyorlar kendilerine ama bir taraftan da bu işi yapınca bunları da kullanmak gerekli gibi görenler var. Oysa bu işi yapıp hayatı boyunca ağzına içki, sigara değdirmeyen birçok dünyaca ünlü kişiler var.

-Bir taraftan öğretmenlik yapıyorsunuz, diğer yandan sahneye çıkıyorsunuz. Bu ikisini nasıl ayarlıyorsunuz? Size öğrenci olmak isteyenlerin aileleri sizi sahneden dinledikten sonra mı geliyor? Siz öğrencinizi seçerken nelere dikkat ediyorsunuz?

-Benim yaptığım öğretmenlik değil mürebbiyelik. Beni her yerden duyan, gelen var, Bilecik’ten, Kocaeli’nden, İstanbul’dan ve diğer şehirlerden geliyorlar. Bana ulaşabilenlerin içerisinden de eleyip ondan sonra öğrencilikleri başlatıyorum ama - asil değiller daha- kovabilirim de.

Bana gelen bir aileden önce konuşmayı bilmesini beklerim. Çünkü çok acı hikâyelerim var. Örneğin; Bir şekilde telefon numaramı bulmuş, arıyor müsait misiniz, sizinle konuşabilir miyim? Bile demeden, kendini tanıtmadan,’’ Benim bir kızım-oğlum var, sizde piyano dersi veriyormuşsunuz ne kadar acaba?’’Diyor. Bunu duyduğum an ‘’Konuşmayı öğrendikten sonra tekrar arayın’’ Deyip telefonu kapatıyorum. Ben Elif hoca olduğum için değil, bunu kimseye yapamazsın. Çünkü öğrettiğin, eğittiğin şey önce insanların ruhlarını ehlileştirmekten geçer. Şimdi bu insanın çocuğu nasıl olabilir?

Sonra, ben öğrenciye de, veliye de söylüyorum. Ben bir insanın sahip olabileceği en kıymetli şeyini vereceğim size. Ömrümden bir vakti ve ben bu ömrü kıymetini bilmeyecek birine emanet etmek istemiyorum. Bu kadar basit.

Gelen kişi önce bir kabul sürecinden geçiyor. Piyanonun başına geçiyoruz, kulak testi, sonra enstrümana uygunluk testi yapıyoruz. Bunların hepsinden geçtikten sonra karşıma alıyorum diyorum ki; ‘’Bak seninle beraber sinir krizleri geçireceğiz, güleceğiz, eğleneceğiz, her şeyden konuşacağız ama daha çok çalışacağız. Hayatımızı birbirimizle paylaşacağız, nasılsın diye sorduğum da bana dümdüz söyle çünkü ben gerçekten merak etmediğim kişilere nasılsın diye sormam.’’ Bunu dört yaşındaki çocuklara da aynı şekilde anlatıyorum. Çünkü ben çocuk dili ve edebiyatı bilmem, ben insan dili ve edebiyatı biliyorum. İnsanla konuşuyorum ve emin olun küçük çocuk büyükten daha iyi anlıyor. Çocuğa; Bak burayı ve beni ilk defa gördün, şimdi düşün ben bu kadınla yapabilir miyim? Beni yirmi dört saat sonra ara ve bana ‘’Elif Hanım ben sizinle çalışmak istiyorum çünkü’’ işte o çünkü den sonrası beni ikna edecek olan şey. Bana gerçek bir sebep söylemelisin. Ben sizinle çalışmak istemiyorum da diyebilirsin, yine çünkü de ve gerçek bir sebep söyle diyorum. Yani çocuklara belki hayatlarında ilk kez bedelini ödeyeceklerini karalarını verdirtmeye çalışıyorum. Sonra anne ile babaya dönüyorum çocuğun önünde ‘’Bunu siz mi istiyorsunuz, çocuk mu? Bunu da siz düşünün’’ Diyorum. Bu çok önemli çünkü bu üçayaklı bir sandalye, denge çok önemli. Herkes bu nöbette yerinde olmalı. Çünkü uğraştığımız malzeme çocuk.

-Toplumumuz da ünlü kişilerin her türlü ‘’ahlaksız’’ duruma müsait olduğu düşünülür. En çok da kadınlar böyle yaftalanır. Siz bunu neye bağlıyorsunuz? Kendi sanat hayatınızda bu konuda sorun yaşadınız mı?

-İkinciden başlayayım, deniyorlar tabi ki, ama bu ilk başlarda oluyordu. Sen prensipli olduğun zaman, duruşun o insanlara kim olduğunu anlatıyor. Örneğin; Kimse iş görüşmesine gece on birde çağıramaz, ya da benim Sibel ablam gibi ( Sibel Tüzün) işi sübvanse eden güçlü kadınlar oluyor etrafımda. Ama senin halin tavrın her şeyi belli ediyor. Bu erkek için de kadın için de geçerli. Aslında biz kadın, erkek hep tacize uğruyoruz ama bunu duruşunla ne kadar sübvanse edebildiğimiz önemli. Örneğin; Erol Evgin gibi sanatçılara gidip sarılan görmezsiniz. Bende de aynı şey oluyormuş. Bunu fark etmeden yapıyorum. Konservatuarda aldığımız eğitim bunu öğretiyor. Bu sayede insanlar sana şeffaf bir saygı bloğu kuruyorlar. O yüzden insanlar ya saygıdeğer doğuyorlar, ya da doğmuyorlar ama öğrenirler. Bunu çok bilen insanlar da var. Çok değişik kafaları olan insanlar tanıyorsun, öyle hikâyeler biriktiriyorsun ki, ya da sana bir şey söylüyor ki o gecenin karanlığında yeni bir Rönesans yaşıyorsun.

İlk tanıştığım insanlara fikirlerini sorarım. Örneğin; ‘’Sizce şarkı listesi, dinamikleri nasıldı? Siz nasıl anladınız? Neyi mi beğendiniz? Bir daha niye gelmek istersiniz?’’ Hatta neden bana sordu diye şaşırır. Çünkü sen yenisin, beni daha çok sevmiyorsun o nedenle söyle. İnsan sevdiğini bazen kıramaz, söyleyemez saklar, henüz saklayamıyorken söyle. Beni lisan-ı münasiple acımasızca eleştir. Çünkü ben bir taraftan Elif hocayım. Benim yetiştirdiğim öğrenciler, temsil ettikleri misyonlar çok önemli. Oturmayı, kalkmayı, hadlerini, hudutlarını bilecekler.

-Youtube de videolarınızı büyük bir zevkle izliyoruz. Bu çalışma nasıl ortaya çıktı? Kimin fikriydi?

-Benim fikrimdi. Gece aklımda kurup hayata geçirdim. Ben kendimi eğlendiriyorum youtubede. Videoları bir kerede çekiyoruz. Kesme, düzeltme falan yok. Hepsi kendi doğallığında çekiliyor. Konuya dahi son dakikada karar veriyoruz. Öncesinde ne yapsak diye konuşuyoruz ama çekime bir geçiyoruz bambaşka şeyler çıkıyor.

-Unutamadığınız anınız var mı?

-Aslında anı çok ancak o anın büyüsü çok farklı bir şey bu çok anlatılabilir bir şey değil. Örneğin; Benim kadın hayranım çok. Bir gün sahneye çıktığım yerde çalışan arkadaşlardan içeri giren kadın sayısını belirlemelerini rica ettim. O gece oraya yüz yirmi, yüz otuz kişi girmiş ve bunun yetmiş beşi kadın.

-Kısa bir süre önce 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü etkinlikleri yapıldı. Siz Bu etkinliklere nasıl bakıyorsunuz? 8 Mart sizin için ne anlama geliyor?

-Aslında 8 Mart Dünya İşçi Kadınlar Günü Ben her konuda olduğu gibi hiçbir tarafı tutmamaktan yanayım. Zaten müziğin dünya çapında olmasının da sebebi bu. Aslında hem taraflıdır, hem tarafsızdır. Rengi bellidir ama bütün renklere de açıktır. Böyle değişik bir yapısı vardır. Bu kadınlar bizim için öldüler. Bizim için diyorum, hem kadınlar hem erkekler için. Çünkü orada aradıkları şey sadece kadınlık değil haklarıydı, kadın haklarıydı. Haklarını aradılar. Erkek olsalardı -ki erkekler de hakları için öldüler.- Burada altının çizilmesi gereken insan hakları aramak lazım. Önce yirmi birinci yüzyılda cinsiyetçiliğin değil, insanlığın hatta canlı varlıklar diye bir bütün oluşturulması gerektiğini düşünüyorum. Bir insanın ne kadar yaşama hakkı varsa bir ağacında ya da bir kedinin de yaşama hakkı var. Hiç bir canlının yaşama, çalışma, oy verme, uyuma, eğitim, barınma, korunma hakkını elinden alamazsın. Çünkü Allah bile kutsal kitaplarının her birinde kullarım der. Kadınım, erkeğim demez.

-Feminizmi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hiçbir ‘’izim’’ i sevmiyorum. Çünkü her uç batar. Bana göre kadınlar her zaman üstünlük ister, eşitlik değil. Çünkü biz çok farklı donanımlara sahip insanlarız cinsiyet olarak. Biz onlarsız, onlar da bizsiz olamaz. Bunu her iki tarafın da artık kabul etmeleri gerekiyor. Kadın ya da erkek olarak değil insan olarak nerde durmak, ne yapmak istiyorsun? Önemli olan bu. Örneğin Pastuer diye bir erkek, pastörizeyi bulmuş Floresan Nightingale ise bunun yayılmasını sağlamış Şimdi hangisinden vazgeçeceksin? Mesele denge.

-Toplumumuzda ‘’Namus’ ’kavramı oldukça önemli bir yer tutuyor. Elif Kendik için ‘’Namus’’ nedir?

-Namus insanın kendi zihnini temizleyebilmektir. Zihin en büyük namustur. Mesela tıpta en mahrem şey üroloji, jinekoloji değil psikiyatridir. Sırlar insanın en mahremidir çünkü. Bazen kendine bile itiraf edemediğiniz şeyler olur, kendi karanlığından korkarsın. Bir aynayı en görünür yapan şey kaliteli bir sırdır. Sırların ne kadar kaliteliyse sen o kadar görünür olursun.

-Bu güzel sohbet için çok teşekkür ediyoruz. Sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?

-Ben ekleme olan hiçbir şeyi sevmiyorum. Sonradan bir şey olunmuyor. Bir şey olarak doğuyorsun. Bu dünyada olmanın bir amacı ve görevi var. Boşuna ‘’İnsanın yaptığı en uzun yolculuk kendine yaptığı yolculuktur.’’ Denilmemiştir ve bu yolculuk sırasında yanında beraber gidebilen, seninle beraber yürüyebilen insanlar bulmak dünyanın en büyük lüksüdür ama yanındaki ağırlıkları taşıtmak için değil. Beraber yürüyebilmek ile ilgili egolarını ehlileştirebildiysen. Çünkü kimse senin yükünü taşımak için bu dünyaya gelmez. Senin yükünü taşımış tek insan vardır, o da annendir. O’da dokuz ay taşır. Herkes belli bir süre bir kişiyi taşır, sonra bırakır. Yürümek zorundadır çünkü.

Bizim işimiz çok acımasız çok aydınlık olduğu kadar da çok karanlık. Ya siyah Ya beyaz kısmı çok olan bir iş. Çok tehlikeli ama çok güzel. Okyanus gibi. Köpekbalığı da çıkabilir yine de okyanustur. Her şeye rağmen okyanusta yüzmeyi istersin. O yüzden o tehlikeleri bilerek yüzmeyi göze alacaksın. Tabi canın yanıyor, parçalar kopuyor, o kopan şeyin yerine yenisini koyacak, kalbini serin tutacaksın. Yaptığın şeyin doğruluğundan – sadece senin için değil genel anlamda- emin olacaksın. Mümkün olduğu kadar hoşuna gitse de gitmese de doğru olanı yapacaksın. Ben ne kadar başarıyorum tartışılır ama gayret ediyorum.

Senden çağlar önce oluşmuş bir şeye, müziğe hizmet ettiğini unutmayacaksın. O seni istediği sürece sen ordasın, sen o benim hayatım diyebilecek kadar hadsiz olmayacaksın. Çünkü o hayat seni isterse sen orada var olmaya devam edeceksin.

Bilge Elif Kendik kimdir?

Kendik, Bilge Elif: Fizikçi bir babanın ve ressam bir annenin ikinci kızları olarak 1981’de İstanbul’da dünyaya geldi. Bilge Elif Kendik ilk öğrenimini Adana’da “Mimar Kemal İlkokulu”nda tamamladı. İlkokul bittikten hemen sonra “Çukurova Üniversitesi Adana Devlet Konservatuvarı”nın açmış olduğu yetenek sınavlarını geçerek 1991 yılında bu konservatuvarın “Piyano Ana Sanat Dalı”nda okumaya hak kazandı. İlk piyano çalışmalarına 1991’de Duygu Esen ile başlayan Kendik 1996 yılından itibaren Prof. Boguslaw Wodka ile çalışmalarını sürdürdü. Bu zaman içerisinde çok sayıda dinletiler verdi. 1997 yılında “Piyano Ana Sanat Dalı”nın yanısıra “Eşlikçilik Bölümü”nü de kazanıp çift ana dal programı okumaya başladı. Bu bölümdeki çalışmalarını Leyla Hüseyinova ile sürdürdü. Lisans II. sınıfında öğretmenlerinin eğitmenlik yeteneğini fark etmeleri ile onyedi yaşında iken oniki öğrenciye eşlikçilik yapmaya başladı.

1998 yılında Bulgaristan’ın Haskova ve Kırcaali kentlerinde dinletiler verip başarı belgesi aldı. Diğer başarı belgelerini 4–8 Kasım 1998 tarihleri arasında Ankara’da düzenlenen “II. Uluslararası Ankara Çoksesli Koro Festivali”nden ve 5–6 Kasım 1999 tarihleri arasında Mersin’de düzenlenen “II. Mersin Korolar Şenliği”nden almıştır.  2000 yılıdaki “XII. Altın Koza Kültür Etkinlikleri”ne katılımından dolayı teşekkür belgesi aldı. “Dokuz Eylül Üniversitesi Devlet Konservatuvarı”nın 19–28 Eylül 1998 tarihleri arasında düzenlediği “II. Yaz Kursları” kapsamında Ayşegül Sarıca ve Ali Darmar’ın birlikte düzenledikleri piyano kursuna aktif katılarak başarı belgesi aldı. 1999 yılı Kasım ayında “Çukurova Müzik Dostları Derneği”nin davetlisi olarak gelen Martin Berkofsky’nin “Çukurova Üniversitesi Adana Devlet Konservatuvarı”nda düzenlenen eğitim seminerine katıldı. Kendik 2000–2001 tarihleri arasında Piyano Ana Sanat Dalı Başkanı Can Çoker’le ve Eşlikçilik Bölüm Başkanı Leyla Hüseyinova ile çalışmalarını tamamlayarak “Çukurova Üniversitesi Adana Devlet Konservatuvarı”ndan piyano bölüm ikincisi, eşlikçilik bölümü birincisi ve genel olarak okul üçüncüsü olarak mezun oldu.

2001–2002 öğretim yılında “Sakarya Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Temel Bilimler Bölümü”nün açtığı kadro sınavını kazanarak 2001 yılında bu okulda öğretim görevlisi oldu. 2002 yılında kaval sanatçısı Şahin Doğan ile birlikte Bulgar halk ezgilerinden oluşan piyano–kaval resitali vererek “Türkiye’de İlk Çalınışı” gerçekleştirdi. Büyük ilgi gören bu parçaların piyano için düzenlemelerini Bilge Elif Kendik yaptı. Kendik o tarihlerden itibaren yaptığı gerek kişisel ve gerekse konservatuvar bünyesinde birçok yenilikçi dinleti vermesiyle dikkatleri çekti. 16-18 Kasım 2005 tarihinde “Hacettepe Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü”nün düzenlemiş olduğu “Gelenek, Kimlik Bireşim: Kültürel Kesişmeler ve Sanat” adlı “Prof. Dr. Günsel Renda Onuruna Uluslararası Sempozyum”a konuşmacı olarak davet edildi ve “Osmanlı Sultanlarına Yazılmış Marşlar ve Avrupa’daki Benzerleriyle Formal Karşılaştırmalar” adlı bildirisiyle ilgi uyandırdı. İkinci cumhurbaşkanımız ve cumhuriyetimizin kurucularından İsmet İnönü için “Sakarya Üniversitesi”nde düzenlenen ve Erdal İnönü ile Özden Toker’in katıldığı panelde verdiği dinleti ile beğeni derledi. 6 Nisan 2006 tarihinde yüzseksen yıllık tarihinde “Sakarya Üniversitesi”nde ilk defa gerçekleşen “Türk Silahlı Kuvvetleri Armoni Mızıkası”  konserinde solist  olarak yer aldı. Kendik 15,11,2008 tarihinde“Sakarya Üniversitesi Devlet Konservatuvarı”nda ki görevinden ayrılmıştır.

2009 da Sakarya Doğa Kolejinde müzik bölüm başkanlığı görevini üstlenen Kendik, bir taraftan Türkiye ve Avrupa da bulunan müzik okullarına piyanist vokal ve teori öğrencileri yetiştirmeye devam etmiş, bir çok prestijli okula öğrenci kazandırmıştır. Aynı sene Ali OTYAM’ın sanat yönetmenliğini yaptığı müziklerini Jimmy ROBERTS’ in bestelediği Joe DiPIETRO nun “I LOVE YOU, YOU’REPERFECT, NOW CHANGE” müzikalinin Türkçe uyarlamasında vokal koçluğu ve korrepetitörlük yapmıştır. Sakarya Doğa kolejinde görev yaptığı dört sene boyunca “Korolar Buluşuyor” ulusal çocuk korosu yarışmasına “jr. Jazz” korosu ile iki kez katılım ve iki yıl ardarda “özgün yapıt yorumlamada başarı” ödülü ile “özgün yapıt yorumlamada başarı ve repertuar zenginliği” ödülü, kolej bünyesinde oluşturduğu “Latin Bando” ile yapılan gösteriler, valilik düzeyinde kutlanan “Dünya Su Günü” etkinliklerinde üç yıl süreyle müzik ve sahne koordinatörlüğü ve İl Milli Eğitim tarafından verilen başarı belgesi, 2010’dan beri “Müzik Heryerde” ve “Doğa İçin Çal” projelerinin Sakarya kolu yöneticiliği ve koordinatörlüğü, Doğa Kolejleri Merkezi tarafından her yıl düzenlenen ve orkestra, koro, drama dallarını içeren sene sonu gösterisi projelerine “Film Müzikleri Gösterisi” ile katılım gibi bir çok görev üstlenmiş ve bunların yanı sıra Sakarya'da, İstanbul'da piyano resitalleri vermiştir.