Günümüzde isminin insanlar üzerindeki tılsımını yitirse de, bir zamanlar her evin en müstesna köşesinde bir sandık bulunurdu. Cevizden, sedir ağacından, maundan yapılmış köşeleri sedef kakmalı, oymalı sandıklar. Yetmişli yıllarla ışıl ışıl parlayan formikalar, metal şeritler ve renkli muşambalarla çeşitlenen, içi kadife kaplı tahta sandıklar…

Kimi zaman göz nuruyla, kuğu saflığında hayaller ve güzel yarınlara dair ümitlerle işlenen; türküler, maniler, efsaneler eşliğinde körpe ellerden çıkmış çeyizlerin konulduğu, kimi zaman da baba yadigârı silahlara, düğünlerde takılmış ziynet eşyalarına, gümüş kemerlere, alın teri ile arttırılarak kara günler için biriktirilmiş kazanca en emin muhafaza yeriydi sandıklar. Kuytularında ümitler itinayla korunur, sırlar ustalıkla saklanır… Korkular, acılar, yaralar sandıklara kitlenir, her evin hikâyesi, sevinciyle, hüznüyle sandıklarda biriktirilirdi sanki. Ondandır ki hiçbir sandığın kapağı öylesine, alelade açılmaz.

“En makbulü oymalı ceviz sandıklardır, bir gelinin çeyizinin kıymetini, pahasını sandığına bakıp anlarsın” derdi babaannem. Ve eklerdi; “ o sandıklar ki, ustanın tüm hünerini nakşettiği motifler cilanın altından sükûtla süzülür. Elin sandığın üzerinde gezinirken, o ustanın yüreğinin sesini duyarsın.”

Çocukken gittiğim evlerde sandıklar hep ilgimi çekmiştir. Evin en güzelleri, en kıymetlileri o sandığın içindedir bilirdim. Benim gariban annemin formika sandığında, altın, gümüş, para ya da pahalı kumaşlar gibi değerli şeyler hiç bulunmadı. Onun içindir ki kilitleme gereği bile duymazdı. Ablam ile ara sıra gizlice annemin sandığını karıştırırdık, bir önceki işgalimizden farklı bir şeyler bulma ümidiyle. Modası geçmiş elbiseler, eski ışıltılı kumaşlar ve boncuk oyalı yazmalar dışında pek bir şey bulamazdık çoğunlukla. Annem sandığı darmadağın bulduğunda basardı yaygarayı; “ ne var sanki şu kahrolası sandıkta ben de bilsem de kilitlesem… Halime’nin sandığı mı sandınız?”

“Halime’nin Sandığı…” Yoksul çocukluğumuzun silinmeyen en belirgin hatıralarının en zengin parçasıdır o sandık. Babaannemin sandığı. Onun sandığı gelinlerinin sandıklarından daha görkemli değildi. Ama özellikle biz torunları için, on yılların izini taşıyan, cilası yıpranmış bu sandığın ayrı bir gizemi vardı. Çocukluğun abartılı hayal dünyasında bu gizem ona ayrı bir heybet ve dokunulmazlık yüklüyordu. Aynı sahibi gibi…

Kalabalık ailemizin kapısı kilitli tek bölmesi olan o ceviz sandıkta, bir manav tezgâhını süsleyebilecek çeşitte meyve ve tadını bilmediğimiz çerezler saklıdır. Babaannem emniyetine itimat etmemiş olacak ki, sandığın orijinal kilidine ek olarak koca bir asma kilit taktırmıştı babama. Hatırlıyorum, babamın söylene söylene kilidi taktığı günü. “ Hazine mi var yahu bu sandığın içinde?”

Evet, hazine vardı, hem de ne hazine! Gelinlerin çeyiz sandığında bile olmayan renk renk kumaşlar, ışıltısı başımızı döndüren boncuklar… Lokumlar, çerezler, bisküviler… Ya o meyveler… Sadece misafir geldiğinde tadabildiğimiz çeşit çeşit meyveler, tereyağı ve peynir ve cevizli sucuklar. Ah o renkli leblebi şekerleri… Hala çok severim, her yediğimde çocukluğum gelir aklıma. Sadece o sandığa ait olan, bırakın biz çocukları yetişkinlerin bile aklını çelen o kokuyu duymak için burnumuzu sandığın anahtar deliğine dayardık. Babaannem, sandığı açmak için kilidi her taktığında, o sesi evin neresinde olursak olsun duyar, yanı başında biterdik aç gözlerle. Babaannem bütün torunlarının boynu bükük, mahsun bakışlarla etrafına üşüştüğünü görünce söylene söylene avuçlarımıza sandıktan çıkardığı bir şeyleri itelerdi. Bizim gözümüz hazinenin geri kalanında, ümitlerimiz kapanan kapağın altında kalırdı. Avuçlarımıza sıkıştırılan bir meyve veya birkaç taneyi geçmeyen çerezle dağılırdık.

Babaannem bir şifacıydı. Bazen hasta ziyaretleri ya da doğum için gittiğinde gün boyu gelmediği olurdu. Öylesi zamanlarda özgürce gider sandığa dokunur, anahtar deliğine gözümüzü dayar içini görmeye çalışırdık. Bazen intikam alırcasına üstüne otururduk. İçimizden bir müzevir çıkardı mutlaka, bizi babaanneme gammazlayan.

O sandıkla ilgili çok anım var. Bir tanesini hiç unutmam. Güneşli bir Pazar günüydü. Babam ve amcamlar herkes evdeydi, babaannem hariç. Babaannem yine bir doğuma gitmişti geceden. Kahvaltı sofrasına oturduk. Küçük amcam zeytin ve çökelekten oluşan her zamanki sofrayı fakir bulmuş olmalı ki, gelinlerin endişeli uyarılarına rağmen gidip sandığın kilidini söktü. İçinden tereyağı, peynir ve yumurta çıkardı. Birkaç tane de cevizli sucuk. Sonra ustalıkla tekrar kilidi yerine taktı. Annemden sahanda yumurta yapmasını istedi. Kahkahalar ve şakalar eşliğinde güzel bir ziyafet çektik. O güneşli Pazar gününü daha da ışıltılı yapan o sofra, çocukluğumun en zengin kahvaltı sofrasıydı. Öğleden sonra babaannem geldiğinde, evden uzaklaşıp döndüğü zamanlar yaptığı gibi sandığını kontrol etti. Sandığından bir şeylerin aşırılmış olduğunu hemen anladı tabi. İlk dökülen dedem oldu. Amcamın yaptığını söyleseler de zılgıtı zavallı gelinler yedi. En çok da annem… Nedense çoğu zaman suçsuz da olsa en çok onu paylardı.

Eve buzdolabı alınması ve yıllar içinde babaannemin evdeki gücünün zayıflaması ile sandığın hükmü de, yeri de hazin bir şekilde değişti. İlk zamanlar salonun görünen bir yerinde beyaz kaneviçe örtünün altındaydı. Zamanla mutfağa taşındı, üzerine alelade bir yolluk örtüldü. Yıllar sonra evin büyük balkonuna, en nihayetinde bodruma taşındı. İçerlese de hiç dile getirmedi, sandık bodruma taşınana kadar. Çok söylendi, çok sitem etti. Serzenişleri, bir zamanlar kükreyen sesinin karşısında tir tir titreyen gelinlerinin ona aldırış etmeyen suskunluklarına çarptı. Tüm çocuklarının evlenmesi ve torunların çoğalması ile kalabalıklaşan geniş aile onun sisli bakışları önünde ayrıldı. Babaannem bizimle kalmayı seçti. Annem ona bir oda hazırladı ve sandığı da o odaya koydu. Bodrumda kalmaktan yıpranmış, ayakları kırılmış sandığın görüntüsü yeni evde ve yeni eşyalar arasında çok hazindi. Babaannem, içinde sadece kullanılmayan kıyafetler ve anısı olan birkaç eşya dışında pek bir şey bulunmayan sandığı kilitlemeyi bıraktı sonunda. Bir iki kere sandığın başında ağlarken gördüm onu. Söylediği ağıtlar sandık üzerine yakılmamış olsa da, ona yüklediği anlamla ilgili olduğunu bilecek yaştaydım artık. Üniversiteyi bitirip atandığımda, evimde şark köşesi oluşturma hevesi ile sandığı ondan istedim. Çocukça bir sevinçle sandığı bana verdi. Birinin o sandığa değer verdiğini görmek onu mutlu etmişti sanırım. Sonraki yıllarda evime geldiğinde sandığı hala elimde tuttuğumu, cilalanmış ve elden geçirilmiş olduğunu görünce minnettarlıkla gözlerimden öpmüştü. Her gidişimde “ sandığı atmadın değil mi?” diye sorardı.

Babaannem artık hayatta değil. Köşeleri oymalı ceviz sandığı ise hala bende.