Sağlık sistemi ağır bir badireden geçiyor. Hem de türlü imkânsızlıkları, yapısal problemleri sırtında taşıyarak.
Bunlar ne sadece bugüne ne de sadece Türkiye’ye özgü sorunlar. Dünya ülkeleri Covid-19 sınavında tel tel dökülürken, salgınların temelinde yatan nedenlere ve muhtemel yeni virüslerin nasıl önlenebileceğine dair fikirler pek duyulmuyor. Bulaşıcı hastalıklar neden yeterince önemsenmedi? Mevcut sağlık sistemleri neden bu sorunlara derman olamıyor? Aşı çalışmaları başarısız olursa ne olacak? “Yeni normal” neye benzeyecek? Türkiye’nin normalleşme süreci nasıl riskler barındırıyor? Kendisi de Covid-19’a yakalanan Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Mehmet Zencir’den hastalık sürecini, korona gölgesinde kalan sağlık sektörü gerçeğini dinliyoruz.

Öncelikle geçmiş olsun, siz de Covid-19’a yakalandınız. Nasıl geliştiğini anlatır mısınız?

Mehmet Zencir: Tamamen tesadüf eseri yakalandım. Bir aile toplantısı sırasında, öksürük şikâyeti olan bir akrabamızla bir araya geldik. Üç-dört metre mesafeyle oturuyorduk, ama yirmi dakika kadar aynı ortamda bulunduk. Test için hastaneye gittiğinde pozitif olduğunu öğrendik. On gün yatarak tedavinin ardından iyileşip taburcu oldu. Ben bu temastan sonra kendimi 14 gün karantinaya aldım. Bu süre boyunca şikâyetim olmadı. 17. ya da 18. günde ateş, öksürük ve kas krampları ortaya çıktı.

Bu süre bilinen kuluçka dönemini aşmıyor mu?

İmmün (bağışıklık) sistem güçlüyse bu süre 21 güne kadar uzayabiliyormuş. Aldığınız virüsün miktarına göre, bağışıklık sisteminiz virüsü yenebiliyor da. Bu durumda hiçbir semptom göstermeyebiliyorsunuz. Covid-19’a yakalananların yüzde 30’unun hastalığı bu şekilde atlattığı düşünülüyor. Hastalığa yakalananların yüzde 50’sinde ise kırgınlık, baş ağrısı, halsizlik gibi hafif semptomlar görülüyor. Geçirip geçirmediğinizin anlaşılabilmesi için antikor testi yapılması lâzım, ama şu an antikor saptayacak güvenilir bir test olmadığı söyleniyor. Kalan yüzde 20 evde tedaviden yoğun bakımda solunum cihazına bağlanmaya kadar geniş bir yelpazede tıbbi desteğe ihtiyaç duyuyor. Kaybedilen hastalar da genellikle solunum cihazına bağlanmak durumunda kalanlar arasında oluyor.

Tedavi süreciniz nasıl yürütüldü?

Barış Bildirisi’ne imza attığım için ihraç edildiğim Pamukkale Üniversitesi Hastanesi’ne gittim. Orada görevli arkadaşlarıma Covid-19 olma ihtimalimin yüksek olduğunu söyledim. Bilgisayarlı tomografim (BT) çekildi ve PCR testi için sürüntü örneği alındı. BT sonucu pozitif çıkınca yatırarak tedaviyi uygun gördüler. Sonradan PCR testimin de pozitif olduğunu öğrendik. Algoritmaya uygun olarak tedavide kullanılan bir grup ilaca başladım. Beş gün boyunca ateşim 37,5 ile 38,5 arasında ölçüldü. İlk iki gün ateş düşürücülerle müdahale edildi. Solunum hacmini artırıp akciğeri destekleyen bazı egzersizler var. Egzersiz gereği öksürüğü aktive etmek gerekiyor. Bu nedenle zaman zaman öksürüğüm daha da arttı. Ama bunun çok faydasını gördüm. Tedavide başarıyı artırdığı için sekiz gün karın bölgesine konulan bir yastıkla yüzükoyun yatırıldım. Şu an evde de öyle yatmaya devam ediyorum. Beş günlük tedavinin ardından üç gün boyunca ateşim yükselmeyince tekrar PCR testi yapıldı. Testim negatif çıkınca hastaneden taburcu edildim.

Diyabet hastasıyım, ama solunum sıkıntısı yaşamadan tedavi sürecini atlattım. Yoğun bakım ihtiyacı olmadan iyileşmemde aldığım viral yükün düşüklüğü, diyabetimin kontrol altında olması ve immün sistemimin güçlü olmasının etkisi olduğunu düşünüyoruz. Şu anda aileme temas etmeden evde izolasyon sürecimi tamamlamaya çalışıyorum. Solunum egzersizlerime devam ediyorum. 14 gün boyunca bir şikâyetimin olup olmadığını öğrenmek amacıyla ilçe sağlık müdürlüğü ya da aile hekimliği tarafından telefonla aranıyorum.

Karantina bittikten sonra süreç sona mı eriyor?

Kontrol için hastaneye gitmeme gerek yok. Ama 14 gün tamamlandıktan sonra, plazma bağışı için hastaneye gideceğim. Bağış yapabilmem için ikinci defa test olmam ve sonucun negatif çıkması gerekiyor. Gerçi bu yöntemin başarısı konusunda da bilimsel bir netlik yok, ama solunum cihazlarının da yetmediği, başka şansı kalmamış hastalarda son noktada deneniyor.

Hastalığın akciğer dışında başka organlarda da hasar bıraktığı yönünde görüşler var, öyle mi?

AIDS ilk çıktığında, yakalananların neredeyse tamamının öldüğü bir hastalıktı. Hastalık tanınmaya başladıkça HIV virüsü taşıyan, ama AIDS olmayan, olsa da yoğun bakım tablosu oluşmadan yaşamını sürdüren geniş bir grupla tanıştık. HIV ve AIDS’in ayrı spektrumlarda neler yaptığını yıllar süren çalışmalar sonucu öğrenebildik. Covid-19’la ilgili ilk bilgiler Çin’in 81 bin vaka üzerinden yaptığı bilimsel çalışmaların sonucuydu. Sonrasında 3,5 milyondan fazla vaka ortaya çıktı. Bunlarla ilgili bilgiler derlendiğinde klinik spektrum da gelişecek. Diğer organlara etkisi üzerine bulgular var, ama bunlar tedavi yöntemlerinden mi kaynaklanıyor, yoksa hastalığın bulguları mı, anlayabilmek için analizlerin yapılıp uluslararası araştırmalarla karşılaştırılması gerekiyor. Bu bilgiler ancak birkaç yıl içerisinde netleşecek.

Karantina dönemi bittikten sonra nasıl bir süreç işliyor? “Hastalığa bir daha yakalanmam” diyebiliyor musunuz?

Hastalığa tekrar yakalanma konusunda hiç yakalanmamış insanlara göre daha avantajlı olduğumuz, ama bu avantaja güvenmeden herkes gibi önlemli yaşamamız gerektiği akademide ağırlık kazanan görüş. Ayrıca, bir halk sağlıkçı olarak toplumsallığı sağlamak için herkesin aldığı önlemleri almanın doğru olduğunu düşünüyorum. Avantajlar, dezavantajlar tartışmasını aşmaya ihtiyaç var. Hatta sadece bölgesel değil, küresel olarak bir toplumsallaşmaya ihtiyaç var.

Dünya bilim camiasına göre, hastalığı geçirip iyileşenlerde antikor ya da kalıcı bağışıklık oluştuğu yönünde tatmin edici bir çalışma bulunmuyor. Bu zaten en büyük risklerden biri. Kalıcı bağışıklık kazanılmıyor olması, aşı başarısında da sıkıntı olacağı anlamına geliyor. Bu durum, döngünün devam etmesi demektir. Aşı bulunamazsa Covid’le birlikte yaşamın nasıl olacağı üzerine tartışmalar devam ediyor.

Cov1 virüsü için başlatılan aşı çalışmalarının yarım bırakıldığı biliniyor. Kimi bilim insanları, bu çalışmalar yarım bırakılmamış olsa, şu an Covid-19 aşısı çalışmalarında işimizin daha kolay olacağı görüşünde. Aşı çalışmaları hangi kriterlere göre yapılıyor?

Cov1 virüsü dünyada 10 bin kişiyi etkiledi. Sonradan da bir yayılma olmadı. Aşıyı üretseler kime satacaklardı? Aşı firmaları büyük sermaye gruplarıdır. Pazar garantisi olmadan yatırım yapmazlar. Her sene var olan influenza virüsleri saptanıp bunlardan en sık görünen üçünene uygun grip aşısı çıkartılır. Aşı firmaları diğer bölgelere aşı satamadıkları için Avrupa ve ABD’de bulunan grip virüsleri için aşı üretir. Dünya genelinde en sık görülen sıtma, tüberküloz gibi hastalıklar için aşı geliştirmeye çalışmıyorlar. Mesela tüberkülozun aşısı çok koruyucu değil, geliştirilebilir. Ama aşı firmaları Afrika, Güney Amerika ve Güney Asya’nın hemen hemen hiçbir hastalığı için aşı üretmez. Çünkü kârlı değil.

Yani şu an Kuzey Amerika ve Avrupa’da Covid-19 tehdidi ortadan kalkmış olsa, ama Afrika’yı kasıp kavurmaya devam etse aşı yine de üretilmez mi?

Kendisi için tehdit olmayacaksa üretmez. Yeni üretilen bir ilacın maliyetinin geri dönüşünün on yıl olduğu söyleniyordu, bu süre bugün çok azaldı. Covid-19 aşısını ürettiklerinde iki-üç ay içerisinde bütün harcamaları geri alabileceklerini düşünüyorum. Bu nedenle şu an birçok firma aşı üretmek için uğraşıyor. Büyük bir rekabet var. Küresel Aşı İttifakı adı altında dünya devletlerinden gelecek yardımların toplanacağı bir bağış kampanyası başlatıldı. Bu kampanya aşı daha çabuk bulunsun diye değil, bulunacak aşının üretim ve dağıtım altyapısını oluşturmak için yapılıyor.

Hayvan kökenli bulaşıcı hastalıkların son yıllarda artış trendinde olduğu görülüyor. Bunu neye bağlamak lâzım?

Hayvanlardan insanlara geçen hastalıklardaki artış, halk sağlığı ve enfeksiyon hastalıkları başta olmak üzere, tıp camiasında 15-20 yıldır konuşulan bir mesele. Bu konuyu tıbbi alana daraltarak biyolojik bir süreç olarak tartışma eğiliminde olan bir kesim var. Camianın büyük bir kısmını onlar oluşturuyor. Doğrudur, biyolojik olarak analiz edilmelidir. Ama o biyolojik süreci tetikleyen ekolojik, sosyal, kültürel, siyasal ne gibi etmenler var, biraz da bu tarafa bakmak gerekiyor. Bir halk sağlıkçı olarak ben meselenin bu tarafına biraz daha fazla eğilmek gerektiğini düşünüyorum.
Domuz gribi ilk olarak Meksika-ABD sınırındaki serbest bölgede bulunan endüstriyel hayvancılığın yapıldığı domuz çiftliklerinde çalışan işçilerde bir meslek hastalığı olarak görüldü. Epidemiyolojik özellikleri ortaya çıkmaya başladığında bunları tetikleyen unsurlar olarak karşımıza sosyal bir mesele çıkıyor. Hastalığa yakalananların uzun çalışma saatleri olan, haftada altı gün çalışıp düşük ücret alan, barınma sorunları olan işçiler olduğu görülüyor. Biraz daha ayrıntılı bakınca, çoğunun önceden sekiz-on domuz bakarak yaşamını sürdüren köylü küçük üreticiler olduğu, endüstriyel çiftliklerin kurulmasıyla mülksüzleştirilip bu sektörlerde çalışan işçiler haline getirildiği anlaşılıyor. Serbest bölgelerde 13-14 saate varan çalışma süreleri düşünülürse, bu insanların domuzlarla birlikte geçirdikleri süre eskiye kıyasla yirmi-otuz kat arttı. Bunu hayvanlarla normalde olmaması gereken yeni bir ilişkinin inşa edilmesi olarak okumak lâzım. Bu, domuzdaki hastalığın insana geçme ihtimalini artıran bir unsur.

Diğer bir boyut, bu tarz endüstriyel çiftliklerde belki on bin domuzun sıkışık bir ortamda, tek tip gıdayla beslenerek, kendi dışkısının içerisinde bir arada yaşamak durumunda kalması. Bu durum domuzların doğal yaşam döngülerini değiştirerek birbirleriyle temaslarını artırıyor. Yapılan araştırmalar domuzların birbirleriyle ve insanlarla yakın temasının orada gelişen influenza (grip) virüsünün mutasyonunu altmış yıl hızlandırdığını ortaya koyuyor.
Buradan hem ekolojik, hem siyasal, hem çalışma rejimiyle ilgili çıkartılacak dersler var. Bunu sadece biyolojik olarak tartıştığımızda gerçeği saptırmış oluruz. Benzer bir durumu Ebola için de söyleyebiliriz. O salgında da en belirleyici etmen, ormansızlaştırma sonucu, yoksul köylülerin orman kıyısında yaşamak zorunda kalması nedeniyle hayvanlarla temasının artmasıydı. Diğer salgınlar gibi, koronavirüs içinde aynı incelemeleri yapmak zorundayız. Sağlık sorunlarına sadece tıbbi, biyolojik bir modelle mi, yoksa ekolojik, siyasal, kültürel bileşenleriyle birlikte mi bakmalıyız tartışmasında halk sağlığı heyeti daha çok ikinci yöntemin benimsenmesi gerektiği düşüncesinde. Bir de daha muhalif olan, yeni bir toplum inşasını düşünen bir kesim var. Onlar bu siyasal, ekolojik tartışmayı aşmaya çalışıyorlar. Nitekim bunu Covid-19 salgını döneminde de görebiliyoruz.

Salgının dünya geneline yayılmasından sonra gelecekte bu tür salgınlarla karşılaşma ihtimalimizin yükseldiği görüşü sıkça dile getiriliyor. Siz de aynı fikirde misiniz?

Kesinlikle. Wuhan’a baktığımızda karşımıza insanların haftanın altı günü çalıştığı, fabrikalarda yatılıp kalkılan, emek sömürüsünün çok yoğun olduğu bir bölge çıkıyor. Normal olmayan birtakım yoğunlaşmaların yaşandığı bir bölge. Nüfus, endüstriyel çalışma yoğunlaşıyor, tarım zayıf düşüyor. Bir de bunun üzerine uluslararası dolaşıma açık vahşi hayvan pazarlarında hiç yan yana gelmeyecek hayvanların yan yana geldiğini, bunların hepsinin insanlarla yan yana geldiğini düşünürsek, yapay bir yaşantıyı zorladığımızı görüyoruz. DSÖ 2008’den bu yana altı hastalık için küresel acil durum ilan etmek zorunda kaldı. Artı değer yaratmak amacıyla sürdürülen insan merkezli hareketliliğimiz, bu çıldırmışçasına artan tüketim ve ona koşullanan kapitalist rasyonalitenin masaya yatırılması gerekliliği artık net olarak görüldü.

DSÖ gibi uluslararası kurumlar salgın hastalıklarla ilgili yeteri kadar etkili oluyor mu?

Genel olarak bir strateji değişikliği var. Yüksek riskli grubu yakalayıp onları tedavi etmeye yönelik bir strateji mevcut. Mesela tüberkülozla ilgili tedaviye bakarsak, önceden hastalığı önlemek için kişinin güçlendirilmesi, çalışma saatlerinin azaltılması, barınma koşullarının düzeltilmesi, temiz havalı bir coğrafyada bulunması gibi bir korunma seti konuşulurdu. Şimdi bunun yerine, hastayı hastalığın erken döneminde yakalayıp tedaviye başlayarak tedavi başarısını artırmak konuşuluyor. Ama eskiden uygulanan koruma seti stratejisi, insanları sadece tüberkülozdan korumakla kalmazdı. DSÖ ‘70’lerin sonlarından itibaren temel korunmayı ve toplumsal sağlığı ön plana çıkarmak yerine yatırımları artırıp bireysel korunmayı ve tedaviyi ön plana alan daha neoliberal bir stratejiye yöneldi. Sağlıkta bilimsel, teknolojik gelişmeler çok fazla. Bu nedenle, yeni bir yatırım alanı olarak düşünülüyor. Sermaye sağlık alanına yatırım yapıyor. Ve hangi alanda daha çok para kazanabilecekse o alanı tercih ediyor. Pazar diliyle düşünürsek, sekiz milyar nüfus var. Yaşlı nüfus artmış durumda. Kronik hastalıklar artıyor. Pazar geniş. Daha sağlıklı bir yaşamı tartışmak yerine “buradan çok para kazanılır” diye düşünülüyor.

Sağlık alanından neoliberal reformlar dünyanın her ülkesinde var. Durum böyleyken dünyanın hiçbir ülkesi Covid-19 salgınını engelleyemezdi. Salgını kontrol etmek ise koruyucu hizmetin gücüne bağlıdır. Hizmetler de toplumsaldan bireysele dönüştürüldüğü için gecikirsiniz, istenen hızla yapamazsınız. Dikkat ederseniz, “Covid-19 salgını olmayabilir miydi?” tartışması hiç yapılmıyor. Bu bir yeni yaşam tartışmasıdır. Siyasal bir tartışmadır. Bence tartışmayı burada tutmak gerekiyor.

Sağlık hizmetlerindeki bireyselleşme başka ne gibi riskler barındırıyor?

Sermaye sağlık alanına yaptığı yatırımlarla toplumu tıp merkezlerine bağımlı kılıyor. Sağlıklı olma hali tıp merkezlerine bağlanıyor. Oysa sağlıklı olmak için olmazsa olmazlardan temiz bir doğa, savaş olmayan bir dünya, emeğin sömürülmediği bir çalışma yaşamı, sağlıklı barınma olanakları, daha toplumsal bir yaşam içerisinde bireyin özne olma hali gibi kavramlar unutturuluyor. En ufak bir şikâyette dahi hemen bir tıp kurumuna gitmek durumundasınız. Bu son otuz-kırk yılda yerleşti. Kendi olanaklarınızla giderebileceğiniz, yorgunluk ya da stres kaynaklı bir başağrısı nedeniyle bile tıp kurumuna başvurup ilaç almaya yönlendiriliyorsunuz. Sağlıklı olma kararını tıbbi kurumlara teslim ettiğimiz için, artık sağlıklı olup olmadığımıza tıp kurumları karar veriyor. Bu çok sorunlu bir durum. Düşünün, şu an salgından korunma kararlarımızı hükümet kararnamelerine göre veriyoruz. Toplum korunma konusunda nasıl hareket edeceğini bilemez hale getirilmiş durumda. Cumhurbaşkanı salgınla mücadelede yapılan çalışmalara dair açıklama yaparken arkada gösterilen görüntüler halk sağlığı çalışmaları değil, şehir hastaneleri görüntüleri. Şehir hastanelerinin teknoloji-yoğun, modern, en ufak şikâyetinizde sizi çok detaylı inceleyen sağlığın yeni merkezleri olduğu mesajı verilmeye çalışılıyor. Bu hastanelerden sağlık çıkar mı, çıkar. Ama asıl çıkacak olan paradır. Kamu-özel sektör ortaklığıyla oluşturulan yapılarında, toplumsal sağlık yerine sermaye için artıdeğer yaratma gayretini görüyoruz.

Bu kâr elde etme çabası bulaşıcı hastalık riskini hafife almaya mı neden oluyor?

Sıtma, tüberküloz gibi bulaşıcı hastalıklar dünyada hâlâ devam ediyor. Ve bulaşıcı hastalıklar dünyada hâlâ en çok öldüren hastalık grubu. Kimi öldürdüğüne baktığımızda kolonyal tarih çıkıyor. Az gelişmiş ülkelerin, ötekileştirdiğimiz, yok saydığımız toplum kesimlerinin hastalıkları oldukları düşünülüyor.
Şehir hastaneleri tartışmalarında biz de hükümete bulaşıcı olmayan kanser, kalp-damar hastalıkları gibi hastalıklar üzerinden yükleniyorduk. Bu da bizim özeleştirimiz olsun. Oysa ki, kendi coğrafyamızda da hâlâ akut solunum yolu enfeksiyonu, brusella, kırım kongo kanamalı ateşi gibi bulaşıcı hastalıkların varlığını ve etkilediği kesimleri biliyoruz.

Gelişmiş ülkelerde bulaşıcı hastalıklar ikinci plana itildi. Avrupa’da, Kuzey Amerika’da her yıl grip olur. O sene gribin değişen mutasyonuna karşı bir aşı bulunur. İnsanlar o aşıyı yaptırır. Bu nedenle başka bir bulaşıcı hastalıktan korkulmuyordu. Geriye bulaşıcı olmayan hastalıklar kalıyordu. Bunlar da sermayeye artıdeğer kazandırmak için çok uygun hastalıklar. Bu nedenle, tüm koruyucu hizmetler bu yöne doğru evrildi. Türkiye’de de böyle, diğer ülkelerde de... Sağlık hizmetleri dünya genelinde, strateji olarak koruyucu ve tedavi edici hizmetler olarak ikiye ayrıldı. Koruyucu hizmetler de bireysel ve toplumsal olarak ikiye ayrıldı. Türkiye’de koruyucu sağlık hizmetlerinin bir kısmı Sağlık Bakanlığı’ndan alındı. Sağlığa yatırım yapan sermaye açısından birinci basamak olarak kabul edilen aile hekimliğinden beklenen, en çok para devşirilen kronik hastalıkları erken tanıyla tespit edip hastaları hastanelere yönlendirmesi. İster kamu hastanelerine, ister özele, hiç fark etmiyor. Bu çark döndüğünde sağlığa yatırım yapan çok farklı sektörlerin buradan büyük bir artıdeğer sağladığını görüyoruz.

Bu işleyişle ilgili bir örnek vermeniz mümkün mü?

Hastanelerdeki çalışma rejiminin değişmesini hesaba katmak lâzım. Temel ücret ortadan kalkmış durumda, esas olan performans. Güvencesiz çalışma hâkim. Gelen hastalara yapılacak tetkikler belli. Kontrol sağlık emekçilerinde değil, algoritmalarda. Bu sistemde aile hekimliğinin bireyi tanıması yeterli hale geliyor. Ama birinci basamakta bireyi değil, bölgeyi, toplumu tanımak gerekli. Toplumu tanırken yaşam koşullarını, çalışma koşullarını tanımak gerekli. Sağlık ocakları bu konuda daha avantajlıydı. Mahalleleri bilirlerdi. Kimin hastası var, kim gelmiş, kim gitmiş, kimin ölüsü olmuş, bilinirdi. Şimdi bu yapılmıyor. Bireyle poliklinikte karşı karşıya geliniyor, polikliniklerde daraltılmış bir hizmet veriliyor. Mahallede olsak Covid şüphesi olan kişiyi bilirdik. Temaslı takibini daha kolay yapardık. Şu anda sadece telefonla arayıp şikâyeti olup olmadığını soruyoruz.
İnsanların yaşam koşullarını, izolasyon şartlarını takip edemediğimiz, mekanikleşmiş bir birinci basamak sağlık hizmeti söz konusu. Sağlık hizmetleri küçük alanda daha kolay yürütülebilir. Sağlık ocakları 20 bin nüfusa bakıyordu. Sürekli sahada oldukları için sağlık hizmetlerini yönetmek daha kolaydı. Toplum sağlığı merkezleri metropollerde bir milyonu geçen nüfusa bakıyor. Sağlık çalışanı sayısı çok az. Şimdi salgın zamanında diş hekimi arkadaşlara filyasyon görevi verdiler. Arkadaşların ne kadar emek verdiklerini biliyorum, ama bilmediğiniz bir alanda geziyorsunuz. Bir evin kapısını çaldığınızda artık selamınız sosyal değil.

Kendi tecrübemden örnek vereyim. Ben temaslı hale geldikten sonra kapımız çalındı, tam korunması olan iki sağlık emekçisi arkadaşımız geldi. Sağlıkçı olduğumu söyledim, ama beni duyamayacak kadar korkmuş vaziyettelerdi. Resmen soruları titreye titreye soruyorlardı. Uyacağımız kuralların yazılı olduğu 14 maddelik bir belge imzalatıldı. İmza atılınca arkadaşlar rahatladılar ve gittiler. Bilmediği bir görevde, hele ki bu kadar korkulan bir hastalıkta toplumla karşı karşıya geliyorlar. Ne kadar emek verirseniz verin, istediğiniz performansta çalışmayı engeller bu. Ortada yapısal bir problem var. Salgın kontrolünde hastanın temaslı yelpazesinin çıkartılması ve bu kişilere önlem alınması en kritik mesele. Deneyimsiz bir ekiple üç-dört kişi bulabiliyorsunuz. Ama yetişmiş, deneyimli, sahayı bilen bir ekiple gittiğinizde bu sayı kırka, elliye kadar çıkabiliyor.

Diğer ülkelerin sağlık sistemleriyle karşılaştırıldığında Türkiye’deki sağlık sistemi için neler söyleyebilirsiniz?

Çalışma rejimi tamamıyla artıdeğer üretmeye endeksli. Çalışanlar parçalanmış, sendikalar parçalanmış vaziyette. Son dönemde ağırlık, gelişmiş ülkeler ve Ortadoğu’dan gelen yabancıların sağlık hizmetlerini özel hastaneler ve şehir hastanelerinde karşılayıp bu hizmetlerden döviz elde etme çabasına verilmiş durumda. Toplumsal sağlık açısından ne elde edildi diye soracak olursak, hastaneden çıkamaz hale geldik. Bedenlerimiz sağlık sermayesine artıdeğer üretiyor. “Hizmeti gerektiği için mi alıyoruz, yoksa bizden para kazanmak için mi bu hizmet veriliyor” sorularının sorulduğu bir yerdeyiz. Hizmeti alanla veren arasındaki güven ilişkisi çok zedelendi. Sağlıkta şiddetin artmasının da bu zedelenen güven ilişkisiyle bağlantılı olduğunu düşünüyorum.

Sağlık çalışanlarının döner sermaye ek ödemeleri ve yapılan tetkik ve tedavilerden performans adı altında ek gelir elde etmesi sağlık çalışanlarını ve verilen sağlık hizmetini nasıl etkiliyor?

Performans uygulaması ve döner sermaye ödemeleriyle, başta uzman hekimler olmak üzere, bir kısım sağlık çalışanının gelirleri arttı. Bu aslında, sağlıkta dönüşüm programının yapısal değişikliklerine itirazı engellemek için sağlık çalışanlarına uzatılan bir havuçtu. Bizim baştan beri itiraz ettiğimiz bir meseleydi. “Temel ücret yerine performansa ödeme yapılması kışkırtılmış sağlık hizmeti talebini daha da abartır. Bu hizmeti üretenler emeğinin karşılığını aldığını düşünür, ama performanstan alınan ücret, temel maaştaki azalışı görünmez kılabilir” diye eleştirilerimiz vardı. Zaten tarihsel sürece bakarsak temel maaşın sürekli azaldığını görürüz. Alınan ücretler temel maaş, döner sermaye ve performans olarak bölündüğünde ortaya ciddi bir kategorik ayrım da çıkıyor. Hekimler dışında performans ödemesi alan çok az sağlık emekçisi var. Sağlık çalışanları arasında derin eşitsizlikler yarattığından temel ücret mücadelesini yükseltme yönünde bir strateji izliyoruz.

Performans ayrıca sağlıkta dönüşüm projesinde de kritik öneme sahip. Yapılması gereksiz birçok tetkik sağlık emekçilerinin azalan maaşlarını takviye etmek adına bu alanda bir rıza üretme mekanizması işlevi görürken, diğer taraftan sermayeye artıdeğer salıyor. Ayrıca, şu an hekimler arasında bile performans alan çok küçük bir grup var. Hemşireler sağlık çalışanı kabul edilseler de hiçbiri performans ödemesi almıyor. Yardımcı sağlık çalışanı olarak tanımlanan grup ise döner sermaye ödemelerinden bile faydalanamıyor.

Sağlık emekçileri arasında “sağlık çalışanı” ve “yardımcı sağlık çalışanı” ayrımı nasıl oluştu? Eşitliksiz bir çalışma ortamında mesai harcayan sağlık çalışanları arasında iş barışı zedelenmiyor mu?

Halk sağlıkçılar, Türk Tabipler Birliği (TTB), Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) bu dili doğru bulmayıp DSÖ’nün tanımını kullanır. Bu tanıma göre, sağlık hizmeti üreten birimde çalışan herkes sağlık çalışanıdır. Ama cumhuriyetin kurulduğu tarihten bu yana sağlık çalışanları ve yardımcı sağlık çalışanları ayrımı vardı. ANAP döneminden sonra, yardımcı sağlık çalışanı tanımı başka bir yere evrildi. Sağlık hizmet üretimine doğrudan katkısı olmayan hizmetlerin taşerona verilebileceği yönünde bir karar çıktı. İlk olarak temizlik, yemekhane, güvenlik gibi hizmetlerdi bunlar. AKP dönemiyle birlikte, laboratuvar teknisyenleri, patoloji çalışanları derken, tanım hemşirelere kadar genişletildi. İşin üretilmesini sağlayan olarak tanımlanan hekim merkeze konuyor, periferideki diğer personel ise aşama aşama taşerona devrediliyor. O kadar ki, seçim öncesi kabul edilen bir torba yasayla henüz başbakanlıktan karar çıkmadan birçok hastanede hemşire ihalelerine çıkıldı. Bir ara, bir milyon sağlık emekçisi arasında sayıları 250 bine kadar çıkmıştı. Son seçim döneminde bir kısmı kamu çalışanına dönüştürüldü, ama kamuda çalışan diğer sağlık emekçilerine kıyasla özlük haklarındaki ciddi farklılıklar halen devam ediyor. Eşit haklara sahip olamadılar. Döner sermaye ödemesi sadece sağlık çalışanına yapılır dendiğinde bu grup otomatikman dışarıda kalıyor. Bu durum iş barışını tabii ki etkiliyor. TTB ve SES’in ana gündemlerinden biri olarak bu sorun tartışılıyor. Şunu da söylemek lâzım, aynı zamanda kolektif mücadelenin önünü kesen en büyük engelimiz bu.

Salgın döneminde enfekte olan 10 bine yakın sağlık çalışanının büyük bir kısmını bakanlığın “yardımcı sağlık çalışanları” olarak adlandırdığı personel oluşturuyor. Aynı risk ortamında, ama eksik haklarla çalıştırılma koşullarına nasıl razı oluyorlar?

Uzunca bir süre sağlık çalışanlarının sağlığı üzerine çalıştım. Ameliyathaneler çok tehlikeli işkolu olarak geçer. Sağlık çalışanı sayılan gruptaysanız, çok tehlikeli işçi sağlığı hizmetleri alırsınız. Yıllık 16 saat eğitim, bir defa periyodik muayene, iki yılda bir risk değerlendirmesi yapılır. Ama değilseniz, aynı ameliyathanede çalışsanız dahi bu eğitim ve denetlemeler yarı yarıya düşer. Yardımcı sağlık çalışanları bu hizmeti ortak sağlık güvenlik birimlerinden alır. Dört yüz kişi bir yere toplanır, dört saatlik eğitim iki saatte anlatılır. Periyodik muayene adı altında “hiçbir sorunum yok” yazan bir kâğıda imza attırırlar. Bu nedenle, iş cinayetlerine baktığınızda bu kesimdeki oranlar diğerlerine göre daha fazladır. Bu gruba giren sağlık emekçileri dışarıdaki işsizlik baskısı nedeniyle de “en azından kamu güvencesidir” diyerek en kötü koşullarda çalışmaya devam ediyor. Soma’da hâlâ üretimin devam etmesine benziyor.

Sağlık iş kolundaki sendikal mücadele bu sorunları çözmede neden yetersiz kalıyor?

Sağlık çalışanları ayrı, taşerona bağlı çalışanlar ayrı sendikalara üye olmak zorunda kalıyor. Böyle olunca bir hastanede altı ayrı sendika örgütlü hale geliyor. Bir de bunun siyasal tercihe göre sol, milliyetçi, muhafazakâr olarak üç ayrı sendikal oluşumunu düşünürseniz, 18 ayrı sendika ediyor. Bu durum sendikal mücadeleyi de parçalıyor. Emekçiyi üretimine sahip çıkamaz hale getiriyor.
15 Temmuz’dan sonra çok sayıda sağlık emekçisi işten çıkarıldı. Personel herhangi bir sebepten damgalandığında sağlık bakanlığı bir soruşturma açıp işten çıkartabiliyor. İhraç edilenler kamuda çalışamıyor. Yeni mezunlar güvenlik soruşturmasından geçmeden işe başlayamıyor. Çalışma rejimi çok militarize, dışarıda işsiz sayısı çok fazla. Bu nedenle sağlık emekçisi çok zor örgütleniyor.

Ayrıca performans, çalışma saatlerinin düzenlenmesi ve hastaya ayrılan sürenin yirmi dakikaya çıkarılması meseleleri sağlık emekçisinin ortaklaşa hareket etmesini engelliyor. Performans alanlar bu sisteme güvenerek borçlanmış, performans ödemeleri olmazsa düşük temel ücretleriyle standartlarını kaybedeceklerini düşünüyor. Döner sermayeden ek ödeme alanlar hasta muayene sürelerinin yirmi dakikaya çıkarılmasının döner sermaye gelirlerini azaltacağından endişe ediyor. Sekiz saati aşmayan çalışma süresi talebi ise 24 saat nöbet sistemine göre çalışıp izin gününde ek iş yapanı, eğitim alanı engelliyor. Bütün bu nedenlerden ötürü, işçi sınıfı için çok yaşamsal olan ücret ve çalışma süreleri gibi iki temel sorun halledilemiyor.

DSÖ gibi uluslararası kurumlar nezdinde Türkiye’deki sağlık sistemi nasıl değerlendiriliyor?

Türkiye neoliberal sağlık reformlarını başarılı bir şekilde hayata geçiren ülke olarak DSÖ ve Dünya Bankası tarafından övülüp duruyor. Neoliberal sağlık reformları açısından halledilmemiş iki mesele kaldı: Genel sağlık sigortası ve sağlık çalışanlarının kamu güvencelerinin ortadan kaldırılması. DSÖ, Dünya Bankası ve OECD sağlık sektöründe elde edilen prime karşılık, verilen hizmetin çok fazla olduğu konusunda Türkiye’yi eleştiriyor. Onlara göre hastalar, yatırılan prime kıyasla çok geniş bir sağlık hizmetinden faydalanıyor. “Bu şekilde finansmanınızı sağlayamazsınız” diyorlar. Bu nedenle hastalardan muayene ücreti, ilaca katkı bedeli, ek ödeme gibi adlar altında 14 kalem ücret alınmaya başlandı.

DSÖ bu tarz uygulamaları destekliyor mu?

Evet. Özel sağlık sigortalarına, bu tarz ek ödemelere itiraz etmiyor. Finansman nereden gelirse gelsin, yeter ki gelsin mantığı. Bunun adına “çoğulcu finansman sistemleri” diyorlar, hazırladıkları raporlarda böyle aldatıcı ifadeler kullanıyorlar. Mesela “toplum katılımı” gibi... Bu ifade toplumun sağlık hizmetlerinde söz sahibi olması değil, sağlık hizmeti almak için yapması gereken ödeme anlamına geliyor. Bu fikri de “toplum sağlık için ödeme yaparsa sağlığın kıymetini bilir” diye savunuyorlar.

Bu kadar olumsuzluğa rağmen sağlık sistemimiz salgın sırasında İtalya ya da İspanya’dakine benzer bir kriz yaşamadı. İktidar bu durumu büyük bir başarı sunuyor. Var olan tabloyu bir başarı olarak kabul etmek mümkün mü?

DSÖ 30 Ocak’ta küresel acil durum ilan etti. Biz ilk olguyu 10 Mart’ta açıkladık. Biz sıfır bilgi ve deneyimle değil, Çin’in salgın konusundaki bilgi birikimiyle mücadeleye başladık. Uzunca bir süre Sağlık Bakanlığı’nın Bulaşıcı Hastalıklar Şube Müdürlüğü görevini yürütmüş olan enfeksiyon hastalıkları uzmanı Prof. Dr. Turan Buzğan kendi portallarında yaptığı sunumlarda Türkiye’deki vaka artış hızının bu kadar yüksek olamayacağını, vakaların 10 Mart’tan en az 15 gün önce ve birçok kaynaktan başladığı yönünde bir hipotez açıkladı. Bu hipotez doğrultusunda bizim vaka artış hızımızın İran’a değil, Almanya’ya benzediğini öne sürdü. Turan Buzğan’ın içeriden biri olduğunu da unutmadan bu hipotezi şöyle okumak lâzım: Yanıbaşımızdaki İran’da, Avrupa’da vakalar çıkmaya başladıktan sonra, olgu tanımı başka türlü yapılıp yurtdışından gelenle sınırlı bırakılmasaydı, şikâyetleri olan kişilere test yapılmış olsaydı, 10 Mart’tan çok daha önce bu olguları yakalamış olurduk.

Bizim sağlıkta duruşumuz o kadar sağlam ki bize bulaşmaz” diyebilecek bir özgüvenleri vardı. İlk yerli olguyu dahi 18 Mart’ta kabul ettiler. Öncesinde olgular dış kaynaklı kabul ediliyordu. Madem öyle, o zaman yurtdışından gelenlere karantina uygulamasının gönüllü değil, zorunlu olması gerekiyordu. Bunlar salgını tetikleyen, büyüten nedenler. Turan Buzğan’ın bahsettiği çok kaynaklı yayılım işte bu. Daha erken müdahalelerde bulunsaydık, diğer başarılı ülkelerde olduğu gibi, vaka sayısının ve ölümlerin bu rakamlara varmasını engellerdik. Ayrıca, bunlar da tartışmalı rakamlar. Dünyada vaka sayısı bakımından sekizinci sıradayız. Bu bir başarı değil, başarısızlık hikâyesi.

Pozitif hastalarla temaslı olanlara dahi semptom gösterene kadar test yapılmadığı biliniyorken bakanlık tarafından açıklanan günlük 40 bine varan test rakamları size güvenilir geliyor mu?

Bizim bu rakamlar hakkındaki kaygılarımızı bakanlık bir süre sonra yaptığı kendi hamleleriyle doğruluyor. Az önce anlattığım örnek de bunu gösteriyor. 10 Mart öncesinde kaçırılmış olguları hepsi biliyor aslında. Dikkat ederseniz, son birkaç gündür hükümetle arası daha iyi olan biliminsanları tarafından “hayalet taşıyıcı” diye bir kavram ortaya atıldı. Arkasından, semptomu olmayan kişilerin saptanması için riskli gruplara ve temaslılara test yapılacağı kararı açıklandı. Bu tam da bizim söylediklerimizi kanıtlar nitelikte. Bu uygulama vaka sayısı düşme aşamasında değil de yükselme aşamasında yapılsaydı, o sıçrama olmazdı. İlk başta sadece üç merkezde test yapılıyordu. Sonra altı oldu. Arkasından 12’ye çıktı. Şimdi 81 merkezde test yapıldığı söyleniyor. İlk başta üniversite hastaneleri test yapmaya hazırdı, hükümete yakın üniversiteler olmadıklarından “sizin testlerinizi kabul etmiyoruz” dendi. Dünyada Güney Kore, Tayvan, İzlanda örnekleri var. Bırakın şikâyeti, araçla geçerken durdurup vatandaşına test yapan ülkeler var. Bu tip bir çalışmayla vakalar erken tespit edilebilseydi böyle bir tablo yaşanmazdı.

Kamuoyunda Sağlık Bakanlığı tarafından açıklanan rakamların gerçeği yansıtmadığı görüşü hâkim. Gerçek rakamlara ulaşabileceğimizi düşünüyor musunuz?

Epidemiyoloji şunu söyler: Kızamık salgını varsa, döküntüsü olan her hastanın kızamık olduğu kabul edilir. Hastalıkla ancak böyle bir stratejiyle mücadele edebilirsiniz. Aynı şekilde, şu an zatürresi olan herkes Covid’dir diye bakarsanız başarılı olursunuz. Stratejik olarak bu yaklaşım bize anlatılan ilk ilkedir. Epidemiyolojik tanıma göre, bir ülkede bir salgın varsa, o salgının tetiklediği hastalık grupları o salgın kaynaklıdır. Sağlık çalışanlarının böyle düşünmesi beklenir. Bu strateji rakamları şişirecek olsa da, zararı olmaz. Bu rakamlardan korkmayız, çünkü vakalar şüpheli olsa bile, önlem alınacağından salgının frenleneceğini düşünürüz. Bilimsel salgın anlayışı rakamlardan korkmaz. Mümkünse tanı spektrumunu esnetir, şüpheli olan herkesi yakalamaya çalışır.

Gerçek rakamlara kabaca ulaşabiliriz. PCR pozitifleri ikiyle çarpıp BT pozitif olanları da eklediğinizde klinik olarak bu işten mustarip olmuş kişilerin sayısını bulabiliriz. Ölüm defin ruhsatlarına bakarız, Sağlık Bakanlığı’nın viral pnümoni kabul ettiklerini ekleriz, sonunda kabaca bir rakama ulaşabiliriz, ama bunların tümü şu andaki spektrum geçerliyse yüzde 20’ye denk gelir. Yani şu an TTB’yle bakanlık arasında polemiğe dönüşen tartışmaya konu rakamlar toplam vaka sayısının ancak yüzde 20’sidir. Yüzde 80’i bulamayız. Onları bulabilmemiz için yaygın test yapmalıyız.

Bu şekilde yaygın test yapmak mümkün mü?

Almanya’da bir üniversite bunu yapmış. Bir kasabaya gidip örneklem almışlar. Aldıkları örneklemde pozitif çıkan vaka sayısı, öncesinde bilinen vaka sayısının on misli çıkmış. Bu araştırmaya göre, şu an Almanya’daki vaka sayısının resmi rakamların on katı olması gerektiğini söylüyorlar. Bu, virüsü taşıyıp hiç semptom vermeyen, silik semptom veren ya da hastaneye gitmeyen insanların oluşturduğu fark. Buzdağının görünmeyen kısmı. Epidemiyolojide buna “buzdağı fenomeni” diyoruz. Biz sadece buzdağının görünen kısmını konuşuyoruz. Hatta onun da yarısını. Görünen kısmın tamamını bilsek de bu bize gerçeği göstermeyecek. Biz bu rakamlara ulaşamazsak toplumsal bağışıklığın kazanıldığı anlamına gelen yüzde altmışa ulaştığımızı nasıl öğreneceğiz? Rakamları azaltarak bunu öğrenemeyiz. Yüzde 60’ı bulamazsak bu sefer hastalıkta ikinci, üçüncü dalgalar başlayacak. Ülkeler bu nedenle bu araştırmaları yapıyor.

Sağlık Bakanlığı buna benzer bir araştırma yapıyor mu?

Bence yapıyor. Ona dair izlenimlerimiz, bilgilerimiz var. İzmir’de, Antalya’da belli örneklemlerde test yaptıklarını biliyoruz. Ama bu rakamları paylaşmıyorlar.

İktidarın normalleşmeye geçişi sağlamak amacıyla bu rakamları açıklamadığını düşünsek dahi, normalleşme daha sonra kamu sağlığı açısından büyük bir risk oluşturmayacak mı?

Biz güçlü ülkeyiz, hallettik, salgın düşme eğiliminde” açıklamalarıyla topluma gereksiz bir özgüven verildi. Bu tarz sahte başarı öykülerinin, insanların hastalık korkusuyla bireysel önlemlere iyi kötü uyma eğilimini kırma potansiyeli var. Bir de bunun üzerine bayram tatilinde sokağa çıkma kısıtlanmazsa, o sosyal hareketlilik ikinci dalgayı başlatır. Bunun tartışılacak bir tarafı yok. Topluma karşı şeffaf olunmaz, toplum neyle mücadele ettiğini bilmezse, bir duvara çarparız.
Bakanlığın zaman zaman açıkladığı verilere bakarak vakaların yaş dağılımını biliyoruz. Buna göre, ölümler yaşlı nüfusta, ama vaka yoğunluğu daha çok 20-60 yaş aralığında. Herkesin geçim derdi olduğundan ve üretim devam ettiğinden, işsiz kalmadıysa bu yaş aralığı sürekli dışarıda; işyerlerinde, toplu taşımalarda... Bakanlık işyerlerine maske dağıtmıyor. Türkiye’de işverenin ne kadar acımasız olduğunu hepimiz biliyoruz. Kayıt dışı çalışılan işyerlerinde maske dağıtıldığını da düşünmüyorum. Zaten iki metrelik sosyal mesafe kuralını kim hangi fabrikaya girip denetleyebiliyor?

Dikkat ederseniz, son günlerde DSÖ sürekli bu hastalıkla yaşamın uzun süreceği, hepimizin bireysel savunma önlemleriyle ilgili bilincimizi yükseltmemiz gerektiği yönünde açıklamalar yapıyor. Bizde ise tam tersi yapılıyor. Türkiye, özellikle yaz aylarında, nüfus hareketliliğinin yüksek olduğu bir ülke. Mevsimlik tarım işçileri yola koyuldular. Bu alanlara özgü bir çalışma yürütüp riski azaltmak için yapılan bir faaliyet yok. Bunun üzerine bir de hastalığın bittiği, zaten gençlere bir şey yapmadığı yönünde dolaşan bilgilerle virüsün sürekli dolaşımının yolu açılacak gibi görünüyor. Hükümet yetkilileri bu söylemleri siyasi bir rant adına kullanıyorlar, ama hepimiz biliyoruz ki, aşı olmadığı sürece hastalığın ikinci, üçüncü dalgaları yapma potansiyeli var. Bu gerçeği toplumdan gizleyemeyiz. Bence bu sahte güven duygusu önümüzdeki en büyük tehdit.

Karantina uygulamasının kaldırılacağı iller arasında bulunan Mersin, Antalya, Muğla ve Aydın tatil için tercih edilen kıyı şeridinin büyük bir kısmını kaplıyor. Bu bölgelerde Turizm Bakanlığı’nın da teşvik ettiği gibi bir yaz turizmi hareketliliğinin görülmesi salgın açısından nasıl bir sonuç doğurur?

Halk sağlığında “duyarlı nüfus” dediğimiz, virüsle karşılaşmamış nüfus ne kadar büyükse, dışarıdan gelecek bir olguda salgın yapma potansiyeli o kadar büyük demektir. Bu bölgelere tatile gidenlerin büyük çoğunluğunu İstanbul ve Ankara’dan gidenler oluşturuyor. Hastalık hâlâ devam ediyorken bu şehirlerde turizmi başlatmak daha korunmuş durumdaki nüfusa hastalığı bulaştırma potansiyelini artırır. Araç trafiğini serbest bıraktığınızda trafik polislerinin araçlarda seyahat edecek yolcu sayısını denetleyebileceğini düşünmüyorum. Ayrıca elimizde otelleri denetleyecek miktarda sağlık personelinin bulunduğunu da sanmıyorum.

Vatandaşlar olarak bilim kurulunun tavsiye kararlarını öğrenemiyoruz. Tavsiye kararlarının bir kısmına uyulmadığı da artık bilinen bir gerçek. Bu koşullar altında kuruldan herhangi bir itirazın ya da istifanın olmamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bunun bir akıl tutulması olduğunu düşünüyorum. Bir tek-adam rejimi var. Bilim kurulu aldığı kararları toplumla paylaşamıyor, gidip sağlık bakanına bildiriyor, sağlık bakanı cumhurbaşkanına iletiyor, cumhurbaşkanı da hoşuna gidenleri uygulamaya koyuyorsa, bence o bilim kurulu yok hükmündedir.
Erken dönemde, TTB’nin de Sağlık Bakanlığı’nın aldığı önlemlerin yeterli, durumun kontrol altında olduğu yönünde açıklamaları vardı. Hatırlarsanız, bakanlıkla ilgili eleştirilerimiz de daha azdı. Bunun gerçeğin gizlenmesine katkı sağladığını düşünüyorum. Nedeni, bilim kurulunda bizim de güvendiğimiz bazı biliminsanlarının bulunmasıydı. Bu güvenilir insanların şimdi kurul kararlarının toplumla paylaşılmamış olmasının hesabını yapması gerekir. Bilim kurulunun ne söylediğini bizim de bilme hakkımız yok mu?
DSÖ’nün Covid-19 salgınıyla ilgili yayınladığı yönetim ilkelerinden üçü çok kritik: Şeffaflık, dayanışma ve toplum katılımı. Bizde durum üçte sıfır. TV kanallarının bir kısmı “her şey çok güzel”, diğer grubu “her şey çok kötü” diyor. İki ayrı akılla düşünen bir toplumla karşı karşıya kaldık. Bu çok sıkıntılı bir durum. Aynı zamanda toplumun salgın mücadelesine katılmamasına da neden oluyor. Toplumsal bağışıklığı sağlamak gibi bir misyonumuz varsa TTB, SES, uzmanlık dernekleri, siyasi partiler gibi toplumun tüm örgütlü kesimlerinin katıldığı karar alma mekanizmalarına ihtiyaç var. Bu kararların cumhurbaşkanından değil, belki Meclis’ten çıkması gerekecek. Çünkü alınacak kararların büyük bir kısmı siyasi kararlar olacak. Siyasal olarak toplumun bu kararları sahiplenmesi gerekecek. Alınan kararlar onların kararları olacak.

Şu anda alınan gevşetme kararı toplum sağlığı için mi, yoksa sermaye için mi? Bunu bilemiyoruz. Kaygımız var, çünkü karar alma sürecinde biz yokuz. Özne olarak kabul edilmiyoruz. Söylediklerimiz yok hükmünde sayılıyor. O zaman doğal olarak bu kararların sermaye yararına olduğunu düşünüyoruz. Çünkü şeffaflık yok, toplum katılımı yok, dayanışma yok... Toplumu toplum yapan en kritik unsurlar ortadan kaldırıldığında insanlar hastalıkla bireysel olarak karşı karşıya kalır.

Böyle bir kararın sonuçlarının ne olabileceğini hesap edemiyorlar mı?

Cumhurbaşkanının salgına dair yaptığı ilk konuşmayı hatırlarsanız, büyük bir kısmı, Batı refah ülkelerinin çöktüğü, bunun bir fırsata çevrilebileceği, özellikle üretimi ayakta tutabilirsek buradan güçlenerek çıkabileceğimiz yönündeydi. Bana göre, siyasal stratejik bir karar almış durumda. Bunu açık açık anlattı. Karşımızda siyasal kararlar alan bir heyet var. Hükümetin politikalarını değiştireceğini düşünmüyorum. Bu nedenle toplumsal muhalefet olarak tartışmaları tıbbi alana daraltmamalıyız. Alınan bu siyasi kararlara karşı kararlarımızı siyasal olarak şekillendirmek zorundayız.
Hükümet, Ortadoğu’daki savaşla ilgili sorunlar yaşıyor. Libya’da sorunlar yaşıyor. Ekonomik, finansal bir kriz geçirmiş. Yerel seçimleri kaybetmiş ve güvenilirliğini kaybetmiş durumda. Yani bir çoklu kriz ortamında. Şimdi üzerine sağlık krizi eklendi. Şu an tüm sorunları sağlık krizine bağlayıp bizi aldıkları her türlü karara razı etme eğilimindeler. Savaş zamanlarında böyle yöntemler uygulanır. Düşünün, şu salgın döneminde Denizli’nin Tavas ilçesinde iki-üç yıldır bekleyen termik santral projesine izin çıktı. Belki de yapılacak en son şey...

Sizce kısıtlamaları gevşetme kararı öngörüsüzlükten mi, yoksa çaresizlikten mi kaynaklanıyor?

Dikkat ederseniz, hükümet hep gönüllülük üzerinden önlem paketleri sundu. Karantina gönüllü, izolasyon gönüllü... Hükümetin bu konuda çok boyutlu analizler yaptırdığını tahmin ediyorum. Bu analizlerin sonucu olarak, gevşek önlem stratejisini en uygun model olarak uyguluyorlar bana kalırsa. Ama toplum sağlığı için değil, sermayeyi korumak adına... Bu alınan kararlarda biz yokuz. Şu bir gerçek ki, hükümet bizi hiçbir zaman karar mekanizmalarına sokmadı, sokmayacak da.

Vaziyet böyleyken karar mekanizmalarına dahil edilmeyen bizlerin nasıl bir yol izlemesi gerekiyor?

Toplumsal muhalif güçler olarak “kendi toplumsal sağlığımıza nasıl sahip çıkarız” diye kafa yormamız gerekiyor. Buraya yoğunlaşmalı, bir reçete bulmalıyız. Basit bir reçete değil bu. Sonuçta, geçimini sağlamak zorunda olana “evde kal” diyemiyoruz. Bu insanlar çalışmadığında yaşamlarının nasıl krize gireceğini ve dayanışma ağlarımızın da henüz çok zayıf olduğunu biliyoruz. O nedenle, mevcut siyasal kararlara karşı kendi siyasal kararlarımızı ortaklaştırıp daha net bir dille ne yapacağımızı konuşmamız gerekli. Bilim kurulu tamamen siyasi bir işleve hizmet ediyor. Bizim de bu kriz ortamında sağlık muhalefeti ve toplumsal muhalefet olarak kafa kafaya verip sadece savunma değil, savunmayı aşan bir stratejiyle belki yeni bir yaşamı inşa edebilme olanakları üzerine kafa yormamız gerekiyor.


Toplumsal sağlığı düşünen bir stratejiyi örmeye ihtiyacımız var. Aşının bulunması gecikirse, toplumsal bağışıklığı sağlayabilmemiz için iki-üç yıllık bir süreye ihtiyacımız olacağından kolektif aklımızı harekete geçirmemiz gerekiyor. Sadece tıp değil, siyasi partilerin, sosyal bilimlerin, toplumsal muhalefet güçlerinin de dahil olduğu bir çeşitlilikle, çözüm üretmek için bir çağrı yapmaya ihtiyacımız var. Bu krizleri yaratan kapitalist sistemi alaşağı etmezsek bu salgının ardından yeni salgınların gelmesi riski var. Son 12 yılda ilan edilmiş altı küresel acil durum bunun kanıtı.

Dünyada asla yavaşlamaz dediğimiz uluslararası ticaret, sanayinin birçok dalı, turizm bir anda durma noktasına geldi. Daha ne kadar böyle devam edeceğini de kestiremiyoruz. Acaba yeni bir normal mi oluşmaya başlıyor?

Şu an “yeni normal” denince, sağlık krizini bir tehdit olarak göstererek kendini yeniden örgütleyen, güçlenmiş, toplumu her noktada denetleme yetkisini elinde bulunduran, otoriter ulus-devletler akla geliyor. Hiçbir ülkenin birbirine desteği yok. Avrupa Birliği çökmüş vaziyette. Toplumsal muhalefette dahi dayanışmada büyük zorluklar var. Sistem bu durumu, toplumu her şeye razı etmek ve emek rejimini yeniden inşa etmek için kullanacak gibi görünüyor.

Sizce bu krizin yaratabileceği toplumsal memnuniyetsizliğin daha enternasyonal bir tepkiye dönüşme ihtimali var mı?

Bizim çabamız bu yönde. Doğayı yok sayan insanoğlunun tahakküm anlayışı, kapitalizmin kâr maksimizasyonu hırsı, yerel üretim yerine küresel üretimin getirdiği sıkıntılarla ilgili yıllardır dile getirdiğimiz kuramlar bu krizle birlikte net olarak ortaya çıktı. Sol muhalefet yıllardır yeni bir dünya olabilir mi tartışmaları yapıyordu. Bunu sağlık üzerinden okumuyorduk. Şimdi bir de sağlık üzerinden okumaya başladık. Burada iki yönelim var. Biri, varolan toplumsal düzenin alaşağı edilerek yeni adımların atılması, diğeri ise kamu hizmetlerinde sosyal devlet çağrısı. Ben ilk yönelimle ilgili bir gayrete ihtiyaç var diye düşünüyorum. Çünkü bu kadar otokratik, her şeyi denetleyen bir sistemin, kamu hizmetlerinin bize bir göbek bağı olarak sunulacağı sosyal devlet yapısının dertlerimize panzehir olabileceğinden emin değilim. Doğayla ve kendiyle barışık, demokratik yapıya sahip ekolojik bir toplumun, özyönetimlerin hâkim olduğu daha sosyalist bir yapının mücadelesini vermek için doğru bir zaman bence. Yapabilirsek, gücümüz yeterse, bunun için emek harcamak gerektiğine inanıyorum. Dünyanın gözü bir dönem Kobane’de yaratılan modele doğru dönmüştü. Aslında bu, dünya halklarının bu tip modellerle ilgili bir beklentisinin olduğunu da gösteriyor. Sosyal hareketler nasıl birden ete kemiğe bürünüyor, çok iyi bilmiyorum; sosyal bilimcilerin daha iyi tahlil edebildiği bir olay. Ama hepimiz kelebek etkisi dediğimiz etkiye bel bağlamak zorundayız. Aksi takdirde, “yeni normal” sadece biyolojik varlığımızı sürdürmekle sınırlı olacak gibi. “Eski normal”e de, bu şekilde bir “yeni normal”e de karşıyım. Kendi dilimizi kurmamız gerekiyor.

Bu yazı birartibir.org'ta yayınlanmıştır