Bir insan kaç kere çakılır yere? Kaç kez kalkar düştüğü yerden? Çocukken düştüklerimiz dışımızda bırakırken yara izlerini, büyüdüğümüzdeki düşüşlerimiz içimizi kanatır. Dizimiz yaralandığında annemize koşarken içimiz yaralandığında artık kendimiz sararız yaramızı. Hayat bu, yürümeyle birlikte öğreniriz düşmeyi. Kendimiz düştük sanırken o düşüşte payı olanları fark ettiğimizden kızıp dururuz düşüşlerimize. Yine de her defasında ayağa kalkıp üstümüzdeki tozları silkeleyerek devam ederiz yola.

                    Ben çok düştüm küçükken. Vücudumda yaramaz çocukluğumun bıraktığı çok iz taşıyorum. Bazen bir duvar bazen bir ağaçtır düştüğüm yerler. Atılan her dikiş izinin ayrı bir hikâyesi vardır. Ama en büyük düşüşüm ilginçtir görünen hiçbir iz bırakmamıştır.  

                    Köyde yaşardık ama bulduğumuz her fırsatta anneannemde alırdık soluğu. Annemler 7 kardeş olduklarından kuzen boldur bende. Anneannemde vakit geçirdiğimiz zamanlar, kalabalık kuzen tayfası oluşmamıştı daha. Yaşça bize yakın dayımı da sayarsak 4-5 çocuk birlikte kurardık oyunlarımızı. Annem ve kardeşleri toplandıklarında bizim ufak çetede bir araya geliyordu. Bu kadar yaramaz çocuğu zapt etme görevi de “gestapo” lakabını taktığımız teyzeme kalıyordu. Otoritesi ve kuralcılığı kardeşleri arasında kabul gördüğünden bizim başımıza oy birliği ile atanmıştı. Öğlen bizi zorladığı uyku saati dışında koyduğu kuralların hepsine uyuyorduk. En ufağımız 5 yaşında idi. Ona göre hala öğlen uykusu uyumak zorunda idik. Bu yaşımda bile yorgunluktan ölsem gündüz uyuyamam. Bu huyum sebebiyle mi o zaman uyumazdım. Yoksa o zamanın travması mı şimdi uyutmaz beni bilmiyorum. En net tespitim 7 yaşında uyuyor numarası yapmayı öğrendiğimdir. Gündüzleri teyzemin Nazi disiplininden sokağa kaçarak kurtuluyorduk. Ama akşam toplanmalarında ayakaltında dolaşmamız sorun oluyordu. Dayım saz çalar annem türkü söyler teyzem de bize sınırlarımızı belirlerdi. 

                    Yine annemlerin çalıp söylediği sıradan bir geceydi ve her zamanki gibi  tıkıldığımız odadan çıkmamız yasaktı. Her zaman yaptığımız gibi ne oynayacağımıza bütün çete bir arada karar vermeye çalışıyorduk. Çete liderimiz dayımdı. Bu liderliğin hakkını veriyor sinemacılık oynadığımızda rejisör, öğretmencilik oynadığımızda müdür oluyordu. Başı olduğu minik çetesi ile gurur duyuyordu. Her birimize kod adı bile takmıştı. Hala bizi gördüğünde kod adlarımız ile seslenir. 

Tucu,Tabut,Takoz ve bendeniz Kaçe…

Grubun tek kızı olarak lakabım her anlamda farklıydı.

                   Ne oynayacağımızı bulmak en zor işti. Odada oynanacak oyunların hepsinden sıkılmıştık. Saklambaç oynamak istiyorduk. Dayım lider idi ama teyzemden izin alma işlerine bakmıyordu. Odadan çıkmak ve bizi bahçeye salmaları için teyzemin onay vermesi şarttı. Odadan çıkabilme ihtimalinin hevesi ile bu göreve talip oldum. Kapıdan kafamı uzatmamla teyzemin “odadan çıkmak yasak demedim mi?” diye bağırması bir oldu. Hemen karşı atağa geçip mızmızlanmaya ve hepimizin dışarı çıkmak isteğini anlatmaya çalıştım. Teyzem toplu başkaldırı tehlikesini gördüğünden ve yanımıza gelerek hepimize fırça atmayı uygun bulduğundan hışımla odamızda almıştı soluğu. Teyzemin odaya girmesi ile dışarı çıkmak isteğimizi yüksek sesle hep bir ağızdan söylemeye başladık. Teyzemin çığlığına kadar sürdü bu kakafoni. Hepimizi susturdu. Saklambaç isteğimizi de “odada oynayın” diyerek kestirip atmış, otoriter bakışını her birimizin gözlerinde gezdirerek gitmişti. Çaresiz odada oynamaya başladık saklambacı. Ama ebe kim olursa olsun, herkesi hemen buluyordu. Hem sıkıcılıktan kurtulmak hem oyunu kazanmak için bir planım vardı. Ebelik sırası dayımda idi ve beni asla bulamayacaktı. Dayım dolaba kapaklanıp saymaya başladığında aklıma gelmişti bu parlak fikir. Yaz olduğu için cam açıktı. Yatağın üstünde de henüz kundakta olan kız kardeşim uyuyordu. Bunca gürültünün arasında nasıl uyuyor bu kız hiç bana çekmemiş diye düşünerek camın dışına çıktım. Ayaklarım denizliklerde ellerimle cama tutunuyordum. Camlarda kalın bir tül vardı ve içerde ışık yandığından görünmediğimden emindim. Burada olduğum dayımın aklına hayatta gelmezdi nasıl olsa. Öyle de oldu. Dayım bizimkileri tek tek buldu. Ama on beş metrekarelik oda da her yere bakmasına rağmen beni bulamamış olmasına şaşıyordu. O zamanlar çok zayıf olduğumdan taktığı lakaplarına kuru kepçeyi de eklemişti ama gözle görülebilir olduğumu bilmesine rağmen yine de beni bulamadığından pes etmek üzereydi. Tülün ardından yüzündeki çaresizliği görebiliyordum. Lideri yenmeme çok az kalmıştı. Planım tıkır tıkır işliyordu. Bulamadığını kabul edecek ve beni kurt ilan edecekti ki Takoz her zamanki Takozluğunu yaptı. Dayıma kaş göz yaparak gözleri ile bulunduğum yeri işaret etti. Dayımda anlar anlamaz tülü açtı ve “buradasın buldum” diye bağırdı.

                     Haksızlığa hiç tahammülüm yoktur. Bana ya da başkasına yapılması fark etmez ama haksızlık karşısında hiç susmadım bu güne kadar. Hele ki yoluma taş koymak için hileli haksızlık yapanlara tepkim hep en yüksek perdeden olmuştur. Kurt olacağımı anlayan Takoz içindeki kıskançlık duygusuna engel olamamış ve benim yerimi söylemişti. Bunun üzerine yakalanmış, kurt olma hevesim kursağımda kalmıştı. Şaşkınlık ve kızgınlık birbirine karışmıştı.

                     Bu sebeple dayımın tülü açması ile benim “banane banane saymıyorum” diyerek denizlikte zıplamaya başlamam bir oldu. Zıplamamla birlikte de boşlukta süzülmem tabi ki. Zaten parmak uçlarımla denizlikte dengeyi zor tutturuyordum. Bu müdahale ile hızla ikinci kattan betonun üstüne oturdum. Daha doğrusu çakıldım. Düşer düşmez de sesim kesildi. Dayım panikle yukardan “Yeliz iyi misin? Sakın ağlama. Gelip alacağız seni” diyordu. Başımızda büyük olarak sorumluluk taşıdığından, ondan büyüklerden yiyeceği fırçayı düşünüyordu sanırım. Ben dayıma cevap vermek istiyordum ama sesim çıkmıyordu. Sanki düşmenin etkisi ile sesim içime kaçmıştı. Çıkarabildiğim kadar ses ile “zaten konuşamıyorum ki” diyebildim. Muhtemelen dayım duyamadı çünkü Takoz bu sefer olanca gücüyle “Yeliz düştü, Yeliz düştü” diye bağırıyordu. O günden beri de sıkıştı mı bağırmaya devam ediyor zaten. Onun o koca sesini duyan ev halkının tamamı panik halinde merdivenlere koşmuştu. Ben evin arkasında kümesin yanında karanlıkta betonun üstünde bekliyordum. Çok geçmeden 10 kişinin bana doğru panikle koştuğunu gördüm. Düşerek ölmedim. Ezilerek öleceğim sanırım diye aklımdan geçiyordu ama kımıldamaya mecalim yoktu. Sanırım büyük dayım kucaklayıp eve taşıdı beni. Koltuğa koyup başıma toplandılar. 

Hep bir ağızdan söyleniyorlardı. Diğerleri benim yaramazlıklarımın sınırlarını tartışırken kırık çıkıkçı olan dedem “sıcak su getirin” diye bağırıyordu. Ama hepsinin hem fikir olduğu tek soru vardı. “Ne işin vardı camda?”

                      Ne işim olacak saklanıyordum. Hiç kimsenin aklına gelmeyecek değişik bir fikirdi. Sıradan olmamak suç muydu yani? Bize çizilen sınırlara karşı koymak için risk almıştım sadece. İhanete uğramasam başaracaktım da. Ayrıca bizi odaya hapsedenin hiç mi günahı yoktu? Ya yerimi dayıma gösterenin! O sonuca gelene kadar olanlar ile kimse ilgilenmiyordu. Haksızlığa hiç gelemediğimi o yaşımda dahi bütün aile biliyordu. Kuzu kuzu kaderime razı olup ihanete ses çıkarmasaydım bu sonuç olmayacaktı. Bütün aile de bu hikâyemi yıllar boyu her aile toplantısında kahkahalar ile anlatamayacaklardı.

                     Dediğim gibi görünen hiç iz bırakmadı bu düşüş. Düşmeden bana kalan sadece inceden bir bel ağrısı ve müthiş bir meydan okuma gücü oldu 

                     Hayatta düşmekten hiç korkmadım bu yüzden. Ayağıma çelme takmaya çalışanlara, arkamdan iş çevirmeye kalkanlara, duvar gibi önüme dikilenlere tek sözüm vardı.

“Ben 2. kattan betona düşmüşüm; bir şey olmamış, sen kimsin!”