Geçtiğimiz hafta Mor Dayanışma Sakarya Örgütü olarak Collette Dowlin’in Sindrella Kompleksi kitabının tartışıldığı bir atölye çalışması yaptık. Kitap genel olarak modern kadının bağımsızlık korkusunu işliyor.

Kitapta yer alan kadınların hikayeleri kendimizden mutlaka bir şeyler bulduğumuz hatta bir çoğumuzun itiraf etmekte zorlanacağı bazı gerçeklikleri açığa çıkarıyor.

Eğitimli ya da eğitimsiz, yaşı, medeni durumu ne olursa olsun zehirli bir sarmaşık gibi biz kadınları saran kurtarılma arzusundan bahsediyorum.

Elbette hepimizin arzuları, gizli ya da açıkça ortaya koyduğu belli duyguları, zaafları var. Bunları yadsımıyorum Ben bir melek değilim. Sen de öyle. Kâh başa çıkıyoruz dizginleri elimize alıyoruz kâh bu duyguların esiri oluyoruz.

Bu duygunun birçoğumuzu esir almasının nedeni nedir peki? Biz neden en zor anlarımızı yaşarken bir kurtarıcının bizi bir gün gelip bu hayattan çekip almasını hayal ediyoruz? Yahut neden belki de ilerlemek için tüm yoların açık olduğu bir zaman da bile o adımı atmaktan korkup kendimizi çekiyoruz?

Başarı korkusu, var olan kötü zamanlarda en edilgen halimizle hissettiğimiz kurtarılma arzusunun sebebini kavramak için bebekliğimize kadar gidebiliriz. Daha küçük bir bebekken bile bizim için uygun görülen bir renk kategorisi beliriyor. Pembe küçük kız bebeklerin odalarını süslüyor. Pembe evi, sıcaklığı temsil ederken erkekler için gökyüzünün, özgürlüğün rengi olan mavi uygun görülüyor.

Erkek çocuklarının ağlamaları bir kız çocuğunun ağlaması kadar etkilemiyor annelerini. Kız çocuklarının üzerine titrenirken erkek çocukları düşe kalka büyür mottosuyla büyütülüyor. Yanlış bir yöntem kız çocuklarına içine kapanık ve hep birinin koruması altında yaşamayı öğretirken erkek çocukları başına gelen olumsuzlar ile başa çıkmayı öğrenen bağımsız bir birey oluyor.

Elbette bu durumun taçlandırıldığı sünnet törenlerini es geçemeyiz öyle değil mi? Erkek adam olmanın nasıl bir gurur kaynağı olduğunu alabildiğine aşılıyoruz henüz daha neyin ne olduğunun farkında olmayan çocuklara. Belki sünnet öncesi bir düşüncesi yoktu ama sünnet olduktan sonra erkek çocukları için dünya, ayrıcalıklı bir cinsel organa sahip olanlar ve diğerleri olarak ayrılıyor. Hiç şaşırmayalım bu ritüelin en tabii sonucu budur.

Sünnetin fizyolojik zararları başka bir yazının konusu olsun. Durum erkek çocukları dünyasında bu şekildeyken kız çocukları ilk regl olduğu zaman annelerinin yanaklarına attığı bir tokat ile karşılaşıyor. Evet, tokat atılsın ki kız çocuğu herhangi bir edepsizlik yapmadan önce utanmayı öğrensin. Testi kırılmadan çocuğunu dövmek durumu. Sonrasında ergenlik dönemi, gelişen vücudu saklama hatta bazen bu vücuttan utanma… Tam bir travma!

Gelişimin getirdiği tüm doğal sonuçlardan utanmak bu utanç ile baş etmek için sürekli birilerine bağımlı olma isteği. Masallarda olduğu gibi sanki iyi bir kadın olmanın yolu yaşamımızın tüm iplerini birilerinin eline vermekten, sorumluluk ve risk almadan bir yaşam sürmek, olurda tehlikeli bir an yaşanırsa oturup bir prensin bizi kurtarmasını beklemekten geçiyormuş gibi. Bize anlatılan masalların hiçbirinde masum, saf genç kız başına gelen kötülüklerden kendi yetenekleri sayesinde kurtulmadı öyle değil mi?

Birçoğumuzun davranışlarını etkileyen temel faktörlerden biri maalesef bu. Ama bunu sistemsel bir sorun olarak görmek ile birlikte bireysel olarak atılacak küçük adımların bile hayati bir önem taşıdığını düşünüyorum. Çünkü hepimiz bağımlılıklarımızın bizi esir almasına öfke kusuyoruz ama bu duygunun bir albenisi olmalı ki çoğu zaman bizi harekete geçmekten alıkoyuyor.

Colllette Sindrella Kompleksi’nde bu duyguyu şöyle anlatıyor:

“ Keseli hayvanlar gibi bir başkasının derisinin altında yaşamayı isterdim. Emniyette olmayı, bakılıp gözetiliyor olmayı havadan hatta yaşamdan daha çok isterdim.”

Güvende olmak, risk ve bağımsız olarak hayatını yönlendiren kararları almamak ve bunun en doğal sonucu olarak hesap vermeme durumu . Doğru ya benimle ilgili kararları bir başkası veriyorken neden bana hesap sorulsun ki!

Bu konforlu yaşama duygusunu üzerimizdeki ölü toprağına benzetiyorum. İpleri elimize almak ve hayatımıza kendi koyduğumuz ilkeler, sınırlar doğrultusunda bir yön vermek zorundayız. Bağımsız bir yaşam sürdüm; artısı eksisi ile benim yaşamım diyebilmek için bunu yapmak zorundayız sevgili kadınlar.

Çünkü bu denli pasif olduğumuz, dört duvarın dışına çıkmadığımız müddet dışarıdaki hayat bize hep korkunç gelecek. Yeteneklerimizi keşfedemeden, bir adım ilerisini görmeden kabuğumuzun altında tehlikesiz ama bize ait hiçbir iz taşımayan bir hayatın figüranı olacağız.

Mevcut ataerkil sistemi görmezden gelmiyorum. Ancak mücadelenin çıkış noktasının yegane sebebi de bu sistemin hayatımızı yaşanmaz hale getirmesi değil mi zaten. Bu süreç bilinçli bir toplum ile anlam kazanacaksa örgütlü mücadelenin önemi de yadsınamaz bir noktada. Öyle ya “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz. “

Haydi şu ölü toprağını üzerimizden atalım artık. Böyle gelmiş ama böyle gitmez.