Bir sonbahar yazısı bu. Sokaklarda uçuşarak ayaklarımıza dolanan sararmış kuru yaprakların hüznünde, biraz kış, biraz bulutlu ve az güneşli, tam da Kasım tadında bir yazı.

Kış geliyor… Hazırlanmak lazım… Kırıklarını aldırmak lazım yüreğin… Yoksulluk, yoksunluk, yalnızlık ve keder mevsimidir kapıya dayanan. Kılıcı kalkanı kuşanıp direnmek lazım zemheri pusulara… Kış geliyor… Anne çorbası tadında şarkılar ve kitaplar zulalamak lazım fakirhanelerin muhtelif köşelerine.

Game of Thrones dizisinin unutulmaz “Winter is Coming” repliğinin tınısından inanılmaz haz alıyor olsam da, kışın ayak seslerini duymak beni ürpertiyor. Haliyle güneşle başlayan her günü, bayram çocuğu sevinciyle şükran duyarak geçiriyorum. Ve yağmur yüklü bulutlar yola çıktı. Romantikler büzmesin dudağını, zira yağmura bir garezim yok. Üstümüze değil de içimize yağmasaydı o yağmurlar ve damları cılız sağanaklara bile dayanıksız evlerin, mütemadiyen ayakkabıları su alan çocukları olmasaydık eğer, biz de yağmurda yürümenin romantizmine güzellemeler yapardık, hem de en âlâsından.

Yağmurla ve yaklaşan kışla ilgili; araya giren baharların, güneşiyle cömert yazların bile unutturamadığı hüzünlerim var benim. Bir tutam gün ışığına, bir çileğin gamzelerine vurgun yüreğimin, mevsimlerin döngüsünde asılı kalmış yaraları var, boş vermesi mümkünsüz. Şimdi dudağımın kenarında yarım kalan tebessümlerle anıyorum hepsini. Ama bu yağmurlar çağırıp teker teker çıkarıyor her birini saklandıkları kuytulardan.

Yağmurlu bir sonbahar günü… Sekiz- dokuz yaşlarındayım. Yine nenemle çarşıya çıktığımız bir gün. Tam olarak ne için gitmişiz hatırlamıyorum. Çarşıya ancak devlet dairesinde bir iş için çıkardı nenem ya da bize bayramlık almaya. Yanında da ya ablamı ya da beni götürürdü. Ayıptı bir kadının çarşıya yalnız çıkması.

Çok sevmezdim aslında onunla bir yere gitmeyi. Pazara çıktığımızda, elimdeki ağır torbalarla, onun karşılaştığı herkesle dakikalar süren sohbetlerinin bitmesini beklemek büyük eziyetti. Ne kadar çok tanıdığı var Allahım? Nerden olacak, nenem bir şifacıydı çünkü. Tanıyan herkes ondan çekinir, minnetle karışık saygı duyardı. Bense ha koptu kopacak kollarım ve parmaklarımın derdinde olurdum, onların tepemde konuşmalarını dinlerken. Hele otobüsle çarşıya gidişlerimiz çocukluğumun kâbuslarından biriydi. Çünkü otobüsün içinde kırık Türkçesi ile konuşuyor o tok sesi ile. Ben yerin dibine giriyorum. Yetmezmiş gibi arada benimle Kürtçe konuşurken sesi daha yüksek çıkıyor sanki. Özellikle yapmıyor elbet, sesinin tabiatı bu. Ama olmuyor ki böyle… Otobüsün camından geçtiğimiz yerlerle ilgili bana Kürtçe bir şeyler anlatırken, belediye otobüsündeki herkes homurdanarak, çatık kaşlarla dönüp bize bakıyor her seferinde olduğu gibi... Ufalıyorum, bütün uzuvlarım içime kaçıyor sanki. Elimden gelse camı itip dışarı çıkacağım. O zamanlar zihnimdeki tanımı ne bilmiyorum. Günah gibi, ayıp gibi, çamurlu ayakkabı gibi bir şey bizim gibi olmayanların içinde Kürtçe konuşmak. İç sesim çemkiriyor nafile. “Anlayacaklar onlardan olmadığımızı. Babaannem niye bilmiyor bunu? Neden o dili kullanıyor ki? Cahil işte, ama onlar bunu bilmiyor. Ben de anlatamıyorum, anlatamam ki.”

İşimizi bitirip, hareket saatini bekleyen otobüse bindik. Yağmuru izliyorum camdan, nenem benimle konuşmasın diye. O sırada durağa benim yaşlarımda ayakkabı boyacısı bir çocuk, ardından ondan birkaç yaş büyük üç çocuk geldi. Beraber geldiler, ama diğer üçü kendilerinden daha küçük olan çocuğu iteklemeye başladı. Gülüşmelerinden önce şakalaşıyorlar sandım. Biri, çocuğun tahta ayakkabı sandukasını almaya çalışırken, diğeri fırçasını su birikintisine attı. Nasıl bu kadar acımasız olabildiklerine inanamadım. Sonra biri sandukanın gözünden yuvarlak cila kutusunu kapıverdi. Boyacı çocuk bir eli ile elinden almaya çalıştıkları sandukanın kayışını tutuyor diğer yandan cila kutusuna uzanıyor. Çocuğun büzüşen kirli yüzünden gözyaşları akmaya başladı. Boyanın bulaştığı elleriyle eski tişörtünün yakasını çekip akan yaşlarını silişi içimi acıttı. Ama çocuklar bundan zevk alırcasına, bir birlerinin gülüşlerini körüklercesine, ona vuran elleri daha da sertleşiyordu.

Yumruklarımı sıktım, inip hepsini pataklamak istedim o an. Ama içimde çırpınan ruhumun aksine, bedenim bir türlü harekete geçmiyordu. Bir an önce bitsin, ya da otobüs hareket etsin istedim. Ama ne onların acımasız eğlencesi bitti, ne de otobüsün motorunun sesi geldi. Onların sertleşen el kol hareketlerinden kendini korumaya çalışan boyacı çocuk oluverdim birden. Kollarımı sıkı sıkı sardım bedenime, ama içimdeki oyuk uçuruma dönüşüyordu hızla. Canım yanıyordu, en çokta kalbimin olduğu yer.

Sonra çocuk darbelerin etkisi ile sendeleyip durağın altından çıkıp su birikintisinin içine düştü. Gözyaşlarımı tutamadım. Bir taraftan da kolumla buğulanan camı siliyorum olanları görmek için. Ne kadar uzun sürdü? Niye şoför kontağı çevirmiyor ki? Çocuk neden kaçmıyor onlardan? Bıraksın lanet sandukayı ve gitsin…

Bir ara nenem fark etti ağladığımı. Bana dönüp ne olduğunu anlamaya çalışırken camdan dışarda olanları gördü. Elindeki seksenli yılların naylondan yapılmış hasır pazar torbasını kucağıma bastırıp bağıra çağıra otobüsten indi. Yağmur yağıyor ve asvaltın üzerinden dalga dalga su süzülüyor. Nenem ayağındaki lastik ayakkabıyı çıkarıp çocukların üzerine yürüdü. Çocuklar el kol hareketleri yaparak gerilediler. Nenem çocuğu ve sandığını toparlamaya çalışırken baktım otobüs şoförü neneme söylenerek kapıyı kapattı ve motoru çalıştırdı. Can havli ile körüklü kapıya yöneldim. Kapıyı açmaya çalıştım. Ama açılmıyor. Ve otobüs hareket etti. Çocuğun elini yüzünü eteği ile silen nenem otobüsün hareket ettiğini fark edince panikle peşimizden koşmaya başladı. Sonra içerden biri bağırdı, “aç kapıyı insin şu veledi de. Gelip şehirlerimiz mahvettiler, pis dağlılar.” Ve giderek büyüyen bir uğultu…

Otobüs durdu ve kapı tıslayarak açıldı. Arkamdan söylenenleri duymuyordu kulaklarım. Koşarak neneme sarıldım. Ben onun bacaklarına sarılmışken, o yağan yağmurun altında, otobüsün arkasından küfürler ediyordu kendi dilinde. Vıcık vıcık ayakkabılarımızla, içimize işleyen ıslaklıkla yürüdük onca yolu. Baktım peşi sıramız boyacı çocuk da geliyor. Şehir merkezinden uzaklaşıp yollarımız ayrılana kadar hiç konuşmadan sicimin altında yürüdük, biz önde, boyacı çocuk arkada…