Gelin bir oyun oynayalım, kapayın gözlerinizi.
Tüm hayatınızı gözünüzün önüne getirin; doğrularınızı, yanlışlarınızı.

Her birini terazinin birer kefesine koyun. Doğrular bir tarafa yanlışlar diğerine.
Simdi yanlışlarınıza iyice bakın.
Evet başlıyoruz. Tıpkı çocukluğumuzdaki gibi, şişenin ağzı kimi gösterirse, hayatındaki yanılgıları cesaretle itiraf edecek.

Sanırım ilk ben başlıyorum.

İnsan bazen söylediklerinin tek doğru olduğunu ya da çok önemli olduğunu sanıyor. Hele de yaşınız 15-16 ise.

Ama yıllar sonra hayat size nasıl yanıldığınızı gösteriyor. Hem de yaşata yaşata.

Yıllar önceydi, ekonomik olarak oldukça iyi olduğumuz dönemdi. Annem her şeye rağman sade hayatına devam ediyordu. Hem giyimi hem de samimiyeti ile. O günlerde kendisi insanlara güvenmenin öneminden bahsederken ben ise “Para güçtür,” demiştim. Parayla her şeyi elde etmek mümkündü. Doktora gittiğinde bile para gerekiyordu. Haliyle paran varsa her şeye sahipsin demekti.

Öyle inanıyordum. Annem ilk etapta reddetti, bunun doğru olmadığını, paranın gerekli ama her şey olmadığını anlatmaya çalıştı. Ama ben annemi hayatı bilmemekle suçluyordum. Ne kibir.

Aradan birkaç yıl geçti. Bir gün annem bir komşumuza Serap yıllar önce “Para güçtür,’’ demişti de ben inanmamıştım meğerse doğru söylemiş, dedi. O an hissettiğim gururu anlatamam. Ben küçük yaşımda anneme hayatın anlamını öğretecek kadar engin düşünce ve bilgiye sahip biriydim. Ah ne budalalık…

Meğer hayatı hiç anlamayan benmişim.

Oysa şimdi anneme gidip “Yanılan benmişim, senin ilk söylediğin doğruymuş,’’ demek ve özür dilemek isterdim.

Evet, para doktora gidecek gücü sağlıyormuş da bir dostun “Geçmiş olsun, dur gelip sana çorba yapayım,” demesinin verdiği mutluluğu satın alamıyormuş.

Yalnız olduğunu hissettiğin bir anda telefonun diğer ucunda “Hadi gel beraber bir şeyler yapalım,” demeyi satın alamazmışsınız.

Sakın bunları acı çekerek öğrendiğimi sanmayın, bu konuda kendimi şanslı görenlerdenim. Hiç dost sıkıntısı çekmedim bu hayatta. Ama parasızlığı gördüm. Hem de en dip haliyle. İşte o zaman anladım ki benimle çorbasını paylaşacak dostlarım var. Ben hiç yalnız da kalmadım.

Birkaç gündür hayatımı düşünüyorum. Nereden nerelere geldiğimi, neleri kaybettiğimi… Gördüm ki kazanadıklarımın yanında kaybettiklerim önemsiz kalıyor.

Babam iflas ettiğinde nasıl sarsıldığımızı hatırlıyorum.

Bir de şimdi yaşadıklarıma bakıyorum. Fark ettim ki eskisinden daha zenginim. Benim derdimle dertlenen, tüm kusurlarıma rağmen beni olduğum gibi seven dostlarım var, onları her düşündüğümde gözlerim dolar, hissettiğim sevgiyi içime sığdıramam.

İnsan kan bağı olmadan birilerini bu kadar sevebilirmiş. Benim ikinci ailem onlar.

Eminim şimdi bunları okusalar yine duygusala bağlamışşsın derler. Desinler, yine de onlara olan sevgimi anlatmaktan ne bıkar ne de utanırım.

Şu an, kısa süreliğine aramızdan koparılan bir dostum, aramızda geçen bir konuşmanın sonunda ‘’Seviyorum sizi,’’ dediğimde, hemen duygusallaşma demişti. Galiba benim en büyük kusurum da bu sevgimi saklayamamam.

Şu an bu satırları yazarken dahi yüzümde bir gülümseme ile yakalıyorum kendimi.

Geçenlerde sosyal medyada bir yazıya rastladım “Bazı insanlar ne kadar fakir, paradan başka bir şeyleri yok,’’ diye yazıyordu.

Eski Serap olsaydı buna şiddetle itiraz eder, yazanı da saçmalamakla suçlardı.

Hayat işte, öğretiyor, hem de her yaşta.

Bu dünyadan veda günüm geldiğinde biliyorum yapmak isteyip de içimde uhde kalan çok şey olacak; ama bu dost zenginliği içinde dostlarıma teşekkür etmeden kapatmayacağım gözlerimi.

Duygusallığa bağlamakla itham edilme pahasına: “Hepinizi çok seviyorum. İyi ki varsınız. Ve hep kalın hayatımda.’’

İyi ki yanılmışım.

Evet, devam ediyoruz. Bak şişenin ağzı şimdi seni gösteriyor.