Aslında bu hafta 4+4+4 sistemine ilişkin bir yazı yazmayı planlamıştım. 4+4+4’ün ilk uygulandığı yıl okula başlayan, 5, 6 ve 7 yaşındaki çocuklar (60 ay tartışmasını hatırlarsınız) önümüzdeki yıl yani 2020-2021 öğretim yılında liseye başlayacaklar. Normal çağ nüfusunun yaklaşık bir buçuk katı bir öğrenci grubundan söz ediyoruz. Bu çocukların ilk ve ortaokul serüvenlerinden, liseye geçişle ilgili yaşayacakları sorunlardan, lise sırasında çekecekleri çilelerden, bakanlığın buna karşılık geliştirdiği enteresan tedbirden (sınıf mevcutlarını fen liselerinde 30’a, Anadolu Liselerinde 40’a arttırmak), bu tedbir dolayısıyla öğretmenlerin yaşayacağı norm fazlası kâbusundan söz edecektim.

Ancak geçtiğimiz hafta ülkede yaşanan iki sarsıcı olay, toplum nazarında ne kadar karşılık bulmuştur bilinmez ama Türk Eğitim Sisteminin sarsıcı bir biçimde ele alınması gerektiği gerçeğini bir kez daha ortaya koydu.

İlkinde Aksaray'da öğrenci velileri çocuklarıyla aynı okulda kaynaştırma eğitimi alan otizmli çocukları okulda istemediklerini göstermek için protesto gösterisi düzenlediler. Gösteri sırasında velilerin otizmli öğrencilere yönelttikleri şiddet ve hakaretlerle dolu ayrımcı tutumun, toplumdaki genel olarak yaygınlaşan kendinden olmayana (göçmenlere, azınlıklara, gayri Müslimlere vb.) gösterilen ayrımcılığın bir yansıması olup olmadığını toplum bilimcilere, sosyologlara bırakıp, işin eğitsel tarafına bakalım.

Eğitim; Planlayarak, İstenen yönde davranış kazandırma sürecidir. “Veli Eğitimi” de Eğitim Sisteminin ayrılmaz bir parçasıdır. Bedensel, zihinsel, işitme, görme, otizm vb. nedenlerle özel eğitim ihtiyacı olan öğrencilerin, normal (özel eğitim ihtiyacı olmayan) akranlarıyla aynı eğitim ortamlarında düzenlenen Kaynaştırma Eğitimi uygulamalarının gerekliliğini ve önemini bırakın topluma, kendi velilerine bile kavratamayan bir Eğitim Sistemi net olarak başarısızdır.

Türk Eğitim sistemini yönetenler Aksaray'daki başarısızlıklarının kanıtı olarak, her zamanki gibi faturayı başarısızlıkta etkisi en az olan kesime Öğretmenlere kesmişler, Okul Müdürlüğü görevini yürüten öğretmeni görevden uzaklaştırma yoluna gitmişlerdir.

İkincisinde ise İstanbul’da ikisi engelli (bakıma muhtaç) dört kardeşin yoksulluk ve çaresizlik nedeniyle hayatlarına son vermeleriydi. Yoksulluk, çaresizlik ve yalnızlıktan kaynaklı toplu intiharların yaygınlaşmasını önlemek üzere yapılması gerekenleri inceleme işini yine toplum bilimcilere ve siyaset bilimcilere bırakarak biz bizi ilgilendiren kısma geçelim.

Dört kardeşin yoksulluk nedeniyle intihar ettikleri anlaşılınca, gözler hemen kardeşlerin gelirlerine döndü. Bakıma muhtaç engelli durumdaki iki kardeşin zaten çalışması söz konusu değildi dolayısıyla bir gelirden de söz etmek mümkün değildi. Üçüncü kardeş ise bir işçiydi. Bu işçi kardeş kayıt altında çalışsa bile, geliri en fazla asgari ücret düzeyinde olabilirdi. Oysa Dördüncü kardeş bir öğretmendi. Eee! O zaman bu kardeşler nasıl yoksul olabilirdi. Hatta hükümete yakın bazı gazeteler rakam bile vermişlerdi, kardeşlerin yoksulluk nedeniyle intihar etmediklerini ima etmek için, öğretmen olan kardeşin 4 bin 500 lira maaş aldığını yazdılar, bilip bilmeden. Onlara göre kardeşler yoksul değildiler. Öyle ya öğretmenler “dünya kadar” maaş alıyorlardı.

Yıllardır öğretmenler az çalışan, hatta hiç çalışmayan, yatarak para kazanan, çok tatil yapan, tatil yaparken maaş alan, hem de çok maaş alan, sırtını devlete yaslamış bir meslek grubuymuş gibi bir algı yaratılmıştır. Gerçekte durum nedir bakalım:

2019 yılı ekim ayı itibariyle Türkiye’deki açlık sınırı 2 bin 67 TL. Yoksulluk sınırı 6 bin 733 TL. olarak açıklanmıştır. Aynı yıl aynı dönemde 25 yıllık 1/4 kademedeki kıdemli bir öğretmen vergi dilimi kesintisi düşülmeksizin 4 bin 510 TL maaş almaktadır. Mesleğe yeni başlamış 9/1 kademedeki öğretmenin maaşı ise yine vergi dilimi kesintisi düşülmeksizin 3 bin290 TL. dir. Aynı dönemde sözleşmeli öğretmen 3 bin 911 TL. Ücretli Öğretmenler ise bin 900 TL civarında maaş almaktadırlar. Görüldüğü gibi öğretmenlerin tamamı yoksulluk sınırının altında, ücretli öğretmenler ise açlık sınırının altında maaş almaktadır.

Devletin çalıştırdığı kamu emekçisi öğretmenler bu haldeyken. Özel okullarda, dershanelerde, kurslarda, etüt merkezleri vb. özel sektörde çalışan öğretmenlerin durumu çok daha vahimdir. Uzun çalışma süreleri, günlük 13-14 saatlere ulaşırken, pek çoğunun hafta sonu tatilleri bile yoktur. Bu ağır koşullarda bile öğretmenler ancak Asgari Ücret düzeyinde maaş alabilmektedir. Her biri bilimsel bir eser olan hazırladıkları sorular için öğretmenler telif alamazlar.

300 binden fazla ataması yapılmamış, geçimini başka yollardan sağlamaya çalışan ve bu nedenle canına kıymış onlarca öğretmenden söz etmiyorum bile.

Engelli iki kardeşinin bakımını üstlenmiş, esnek ve güvencesiz olarak çalışmakta olan bir öğretmen, yoksulluk, çaresizlik ve ağır yalnızlık sebebiyle kardeşleriyle birlikte canına kıymak dışında bir yol bulamamışken. Bu ölümlerin gerçek sebebini perdelemek isteyen birileri, öğretmenlere maaşları üzerinden hakaretler ederken, Eğitim İş Kolunda faaliyet yürüten hiçbir sendika ya da öğretmen örgütünün dişe dokunur tek laf etmemesi en acısıdır.