Memleketten şehre geldiğimizde hatırladığım en belirgin anılar çatışmaların yaşandığı günlerden kalan puslu, silik birkaç kareden ibaret. Alelacele taşındığımız mahalle, oldukça sakin sokaklardan oluşuyordu. Alçak bahçe duvarlarından meyve ağaçları, sarmaşık gülleri, leylak dalları sarkardı sokağa. Herkesin birbirini tanıdığı mahallemizde hiç kavga gürültü olmazdı. Mahallenin tek gürültülü yeri bizim bahçeydi. Çünkü nenem sessiz konuşmasını bilmezdi. Komşulardan bize pek girip çıkan olmazdı. Bahçe duvarının arkasından konuşurlardı o da nenemin hal hatır sormalarıyla başlayan ve onun bitmeyen sorularına rağmen devam edemeyen kısa sohbetlerdi.  Ben de bizimkilerin onların bahçe duvarlarından içeri girdiğini hiç hatırlamıyorum. 

       Sonra... Sonra bir şeyler oldu, ne zaman ve nasıl başladığını hatırlamadığım. Mahallemizin sokakları aylar sonra soluklaştı, grileşti sanki. Çatışma sesleriyle yankılanmadan önce, duvarlara yazılar yazılmaya başlandı. Kim hangi ara bu yazıları yazıyordu bilmiyorduk. Sabahları sokağa çıktığımızda sokak boyunca bütün evlerin ve bahçelerin duvarlarında kocaman yazılar yazılmış oluyordu. Sonra bekçiler ellerinde kova ve fırçalarla geliyor, yazıların üstlerini beyaza boyuyorlardı. Ne yazıları yazanlar vazgeçti yazmaktan ne de bekçiler üzerlerini boyamaktan. 

          Çok geçmeden çatışmalar başladı. Çoğunlukla akşamüzeri renk renk, gıcır gıcır arabalar gürültüyle evimizin önünde durur, içinden inen heyecanlı adamlar; arabaları ve bizim bahçe duvarını siper alarak sokağın yokuş ucundaki eve doğru ateş ederlerdi. Oradan da bir o kadar adam onlara karşılık verirdi. O taraftaki adamları görme fırsatım hiç olmadı. Sadece sesleri duyardım. Babamlar, Çalgıcı Osman için geldiklerinden bahsederlerdi. Çalgıcı Osman sokağın sonunda, kale gibi duvarları olan bir evde oturuyordu ve mahallede otomobili olan tek kişiydi. Bizim sokaktan geçmediği için yakından hiç görmedim onu. Zaman zaman, öğle vakti evinden çıkıp beyaz otomobiline binerken, tepede salınan upuzun bir gölge olarak görürdüm. Uzun siyah saçları ve çenesine kadar uzayan bıyıkları vardı. Uzaktan parlayan kolyeleri ve kocaman bir gümüş kemer tokası vardı. Otomobiline bindiğinde baston gibi iki büklüm olurdu.

        Günlerce, haftalarca süren bu çatışmalarda, çoğu zaman ablam ve erkek kardeşim Deniz ile bahçede oyun oynarken hazırlıksız yakalanırdık. Biz daha ne olduğunu anlamadan, biri kolumuzdan ya da ensemizden çekip, apar topar eve sokardı her seferinde. Ansızın gelirler, silahların sesi kesilince hep bir ağızdan anlamadığım şeyler bağırarak arabalarına hızlıca biner, arkalarında egzoz dumanı ve barut kokusu bırakıp giderlerdi. Büyükler, sağcılar ile solcuların çatıştığını konuşurlardı. Ben daha sağımı solumu bilmediğim için hangi tarafı tutmam gerektiğine karar veremiyordum. 

       Duvarlarımız delik deşikti. Pencere camlarımız, gürültüyle un ufak olup üstümüze dökülüyordu. Babam önceleri kırılan camları yeniliyordu. Ama sonra baktı olmayacak, cam almayı bıraktı, naylon çiviledi kırılanların yerine.  Çatışmalar uzun süre devam etti. Silahlı adamlar parlak renkli arabalarına binip gidiyorlardı. Arabaların arkalarında bıraktığı toz duman daha dağılmadan, sokak başlarını tutan polisler, evlerin bahçelerine doluşurlardı.  

        Bir kaç kere bizim eve de geldiler. Bir keresinde kadınları ve erkekleri ayırarak bahçeye dizdiler. Biz üç kardeş öyle ortada kala kaldık. Ablam ikimizi kollarıyla sardı. Birbirimize sokulup korkuyla olacakları beklemeye başladık. Başlarında kızgın bir adam vardı. Hepimizin gözü önünde babamların bacaklarına, ellerindeki siyah sopalarla vurmaya başladılar.  Acıdan eğilenlerin sırtına, kollarına, karnına… Babamın acıyla kıvranan ve kendilerini vuran polislere yönelen medet uman bakışlarını gördüm. O an çok acıdım babama. İçimde büyüyen ve patlamak üzere olan bir öfke hissettim. Ama sadece ağlayabildim.  Üçümüz de ağlıyorduk. Nenem bizi önüne katıp komutanın karşısına geçti. Sonra da başındaki yazmayı sıyırıp yere attı. Karınları burunlarında annemle yengemi göstererek bağırdı çağırdı. Neler söyledi kulaklarım duymadı. Ama komutanın yüzüne tükürdüğünü gördüm en son. Komutan hışımla nenemi bir kenara itti. Kesin nenem onu döver diye bekledim ama yapmadı. Köyde çok adam dövmüş, öyle diyorlardı.

        Öfkeli adam, parmağını hepimizin üzerinde sallayarak-en çok da nenemin-  dişlerinin arasından anlamadığım şeyler söyledikten sonra, polisleri toplayıp karşı sokağın karanlığında kayboldu. Sonraki günlerde mahalle biraz olsun sakinledi. Ama bu sakin hava çok uzun sürmedi. Gece yarıları birçok evin kapıları tekmelenerek çaldığında, o korku gündüz sokaktaki boş kovanlara umursamazca oyun oynayan biz çocukların üzerine, geçmeyen bir hastalık gibi çöktü. 

        Yine sokakta oyun oynadığımız bir akşamüstü, arka sokaklardan silah sesleri ve gürültüler geldi. Gözlerimiz köşe başında, kulaklarımız yaklaşan telaşlı adımların sesindeydi. Birden arkamızdaki demir kapı açıldı ve bir el bizi yaka paça içeriye çekti. Komşumuz olmasına rağmen daha önce hiç görmediğim yaşlı bir kadın hiç konuşmadan, bizi odunluğa kadar sürükledi. Parmağı dudaklarında, kapının önüne kadar gelen silah sesleri kesilene dek bizimle beraber orada bekledi. Annemi düşündüğümü hatırlıyorum. Ya o gülümsemesiz adamlar yine bizim bahçeye girdilerse? Erkekler işteydi ve annemler evde yalnızdı. Kadına; “Annemi de getir” dedim. Ama kadın dilimi anlamıyordu. Ablama dedim bu sefer; “Ona söyle, annemi de getirsin.” Ablam eliyle ağzımı kapattı. Biz oradan çıkana kadar da çekmedi elini ağzımdan.

      Dışarı çıktığımızda; sokağa dağılmış boş kovanlar, sopalar, dağılmış bir oyundan geriye kalmış sahipsiz oyuncaklar gibi sokağın sessizliğinde yatıyorlardı. Deniz ile ben yerdeki kovanları toplamaya girişmiştik ki; hangi ara dibimizde bittiğini anlamadığım annem kolumuzdan çekiştirerek evin bahçesine sürükledi ikimizi de. 

       Bir gece yine karanlık, gülüşü olmayan kızgın yüzler doluştu evimize. Yatağımdan çıkmaya bile fırsat bulamadan; nenemin yakarmaları arasında, Çıno amcamı alıp götürdüklerini gördüm. Ertesi akşam da işçi kahvesinden başkalarıyla beraber Ahmet amcamı ve babamı götürmüşlerdi. Haberi hiç tanımadığımız, daha önce hiç görmediğimiz işçi arkadaşları getirdi; devlet almışmış. Evimize geçmiş olsuna gelen işçiler konuşurken duydum, devrimcilerin kahvesiymiş orası. Bu hiç iyi değilmiş. Beklemekten başka yapacak bir şey yokmuş, devletin işi belli olmazmış. Devlet zormuş. Artık kanun, yasa neyim yokmuş. Belki aylar sonra, o da canı isterse verir ya da hiç vermezmiş.

        Nenem eve sığamadı o gün. Dışarı çıktı, iki dolaşıp geri geldi. Sonra yine… Sonunda muhtara gitmeye karar verdi. O çare olmayınca, şehre bizden çok önce gelmiş, hali vakti yerinde akrabalara gitti. Sabah umutla, hırsla evden çıkıyor, akşam düşünceli bir halde dönüyordu. Ertesi sabah yine bir umutla başka bir kapıya gidiyordu.

    “ Anam ne şehri, ne devleti? Evlat yiyenlerin, soysuzların, vicdansızların yeridir burası. Anam, anam… Kimsesizlere memleket değildir burası. Garibanlara ağlayacak bir duvar bile yoktur burada. Yok, yok! Bize yurt değil, vatan değildir buralar. Vay le mın, vay le mın!  Bilsem kuzularım hangi paşanın elindedir, dayanmaz mıyım kapısına? Tırnaklarını geçirmez miyim boğazına. Daha olmadı kapısını taşlarım. Olmadı dil dökerim, ayağının tozuna varırım. Varsın benden gitsin, yeter ki versin evlatlarımı. Yok, anam yok, batsın ekmeği, rızkı. Evlat yiyen devlet…” 

     Devlet bir canavar, bir ejderha gibi bir şey miydi? Yutuyor muydu insanları? Ya da ne yapıyordu geri vermeyip?  Devleti hiç görmemiştim. Ama niyeyse benim hayalimde devlet, siyah takım elbise giyen, siyah büyük şapkası olan; asık suratlı, ağzına işçileri ve yoksulları atan dev gibi bir adamdı. Ne kadar yese de, doymuyordu.

              Ertesi gün uyandığımızda nenem evde yoktu. Kimseye haber vermeden ortadan kaybolmuştu. Devlet onu da götürmüş olabilirmiş. Komutanın yüzüne tükürmüştü çünkü.  Diklenmeyecekti, diyor komşular.  Komutan demek devlet demekmiş. Nenem kendi eliyle çanına ot tıkamışmış. Kadın başıyla devletin işine karışmamalıymış. Sonra bizi bir başımıza bırakıp korkuyla evlerine çekildiler konuşanlar. Biz merak içinde öteberiye, tanıdığımız akrabalara soruştururken akşam bir taksiyle çıkıp geldi. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Taksinin içinden, zorlukla yürüyen üç oğlunu teker teker eve kadar omuzladı, yağmura aldırış etmeden. Ne yaptı, nasıl yaptı; üç oğlunu da devletin elinden alıp gelişine herkes şaş kaldı.  Devlet çok güçlü biriydi. Ama benim nenem de çok güçlüydü. Çekip almıştı babamları onun elinden. Yüzleri morluklarla şişliklerle dolu üst başları kan içindeydi. Ablam, Deniz ve ben kapı arkalarından izliyorduk, yan yana yatan oğullarıyla nenemi. Nenem sessizce yaralarını yıkadı, yıkadığı yüzlerini, ellerini birer birer öptü sonra.  Kendi yaptığı merhemleri sürdü. Kaç gün hiç uyumadı, hiç konuşmadı, kimseyi de konuşturmadı. 

         Mahallede götürülenlerin bazıları birkaç hafta sonra, babamlardan daha beter halde döndüler evlerine, bazıları ise hiç dönmedi. Uzak mahallelerin sokak aralarında öldürülmüş insanların haberleri geldi. Her haberde öldürülen sanki bizim evden biriymiş gibi nenem ağıt yaktı. 

      Nenem yılmıştı. Durup durup memlekete geri dönmekten bahseder oldu. 

  “Oğlum gelin beni dinleyin, dönelim memleketimize.  Dedim ben, buranın düzeni bize uymaz diye. Hayır gelmeyecek ne ekmeğinden ne suyundan.  Dünya durdukça kurdun gözü koyundadır oğul. Bugün sizi çektim aldım hadi. Ya yarın, elim erişmezse. Hangi birinizi, hangi delikte, nasıl bulurum? Taş yerinde ağırdır oğul. El ekmeği acıdır. Geri dönelim, buralar bize ocak olmayacak…”  

Üçü de sözleşmiş gibi hemen sıraladılar laflarını.

“Kimseye, Rızo’nun oğulları koca şehirde karınlarını doyuramadılar da, gerisin geri geldiler dedirtmem ana!” Dedi babam.

Çıno Amcam; “ Geçti gitti işte.  Hem bir senin evlatların mı var? Tek sen mi anasın? Asılanlar, kör kurşunlara gidenler, işkencede ölenler ciğer parçası değil midir? Biz köye dönünce göz görmüyor diye, olacakları olmamış mı sayacağız? Yoksulluktan kaçıp geldik, bir daha kaçmam ben.”

Ahmet amcam; “ Bu saatten sonra olmaz ana.  Gitmeyecez. Olana kadar… Olmayanı da olduracaz.”

      Babamlar iyileşti. Sonraki haftalar onları göremez olduk. Sabah işe gidiyor, gece yarısı yorgun argın yataklarına giriyorlardı. Çok sonra nenem sokakta komşu kadınlarla konuşurken duydum; Çalgıcı Osman haber göndermiş, mahalleden gitsinler diye. “ Söyleyin o koca karıya; çocuklarını da alıp çekip gitsin mahallemizden” dermiş. Babamlar da, yengeme düğünde taktıkları altınlarla, başka bir mahalleden arsa almışlar. İşten sonra o arsanın üzerine bina ettikleri evde çalışıyorlarmış. Ondan geç geliyorlarmış. Birkaç aya kalmadan taşınacakmışız ve kendi evimiz olacakmış.  

            Çatışmalar ne zaman bitti ve sonunda kavgayı kim kazandı hiç öğrenemedim.  Yaz sonu, güneşli bir gündü.  O sabah, biz daha ne olduğunu anlayamadan eşyalarımızı toplayıp kaçarcasına diğer mahalledeki evimize taşındık.