“Her şey görecelidir” demişti Einstein. Türkiye’de bir insanın yaşam süresi ortalaması 75 yaş. Otuz beş yaşın [1] ömrün yarısı ettiğine dair Cahit Sıtkı hala haklı denilebilir. Yarıya 2 kalmış ömrümde şahsen daha yapacak çok şey var diyebiliyorum demek ki. Süreya’nın o derin manalı “Hayat kısa, kuşlar uçuyor” [2] dizelerini “ne gerek var devrimcilik oynamaya” diye düşünmeyeceksek bir şeyler yazmanın zamanıdır.

Nice dostlar biriktirdim kimilerince daha yolun başındayken, kimilerince “e artık tamam, gençken eyvallah da şimdi bak çoluk çocuk sahibi oldun”culara rağmen. Yaşadığımız topraklarda ve dahi hemen hemen yeryüzünün her coğrafyasında hayatın acımasızlıklarına karşı mücadele ederken bir cennet vaadi vardır “amaaaan boşver” diyenlerin. Cenneti yeryüzünde niye kuramayalım hem. Hayatın kendisi acımasız değil ki, acımasız olan insanlık tarihi süresince güçlülerin zulmüdür. Ve bu tarih dönem dönem lehe sonuçlanırken dönem dönem de aleyhe sonuçlanabiliyor. Ancak eğer yaşam dediğimiz kavramı kişinin yalnızca kendi hayatıyla değil de bir süreklilik içinde değerlendireceksek bu iniş ve çıkışlar normal karşılanacaktır.

Mesela yaş aldıkça dinamizm yavaşlıyor, değiştirmeye dair irade zayıflıyor, toplumsal olaylara karşı refleksimiz etkisizleşiyor, bu tamam. Peki ya hayata yeni gözlerine açan ve senden bir parça olanlar… Onlar için de gelip geçenlerin “merhaba” dediği güzel çiçekler misali hayat yeni başlıyor. Açıkçası maddi mirasa prensip olarak karşıyım. Üretilen her şey toplumsaldır ve topluma ait olmalıdır. Ancak mevcut toplumsal koşullar kimilerinin rantı, kimilerinin çıkarı için çoğunluğun hakkını gasp etmekle malulse o toplumsal düzeni değiştirmek de görevimiz. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet sömürmenin tanımıdır. Tartışmaya bu satırlarda lüzum olmayıp da vakti zamanında elde edilmiş kazanımları anmak değil, hatta korumak da değil, aşmak-ilerletmek ancak bizi devrimcileştirir.

Dolayısıyla adım attığımız, nefes aldığımız, yaşadığımız her yerde bir hafıza oluşturmalıyız. Biriktirmeli ve o mirası önce bizle beraber gelecek kuşaklara, sonra kendileri ve kendileriyle birlikte onlardan sonraki kuşaklarla birlikte devam ettirme şeklinde süregidecek haliyle gençlere aktarmalıyız. Pek tabii aktarılan ile alınan şeyler bir olmayacak ama harmanlanacak. Doğanın kanunu: Hiçbir şey yalnızca tek bir şey değildir. Hatta her şey iç-içedir.

Sadece büyük büyük ve doğru(!) olan sözü tekrar etmek belki sizin hiç yanlış söz söylememiş olmanızı sağlayacak ama eninde sonunda topluma yabancılaşma ortaya çıkacaktır. Ben mesela iktidarın o kadar da güçlü olduğunu düşünmüyorum, bilakis son derece kırılgan ve yıkıldığında domino etkisi yaratacak denli biriken karşı enerjiye dair zayıf olduğunu düşünüyorum. Buna rağmen son zamanlarda sırf iktidar olmasının eline vermiş olduğu imkânlarla acımasızca saldırıyorlar. Ve bizlerin sürekli bir direniş hattında, bir savunma hattında kalmamızdan sebep belki de motivasyon kaynaklarımız sürekli zayıflıyor. Baksanıza Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’na; “kimse” diyor KHK’yla işlerinden atılan Nuriye ve Semih için “benden onları evlat edinecek bir sempati içinde olmamı beklemesin”. Sanki onun lütfuna muhtaçlarmış gibi… Savunma’yı temsil eden zatın hukuk normlarını tartışırken empati-sempati-antipati içinde olması yerine evrensel hukuk değerlerini ısrarla savunmasını, bu hatta durmasını yeğlerdik. Sadece yeğlerdik ama, o kadar…!

Konunun dışına çıktık biraz hemen dönelim. Motivasyon kaynaklarımız zayıflıyor, tamam da neden kazanabileceğimiz odaklara yönelmiyoruz. Çok mu kolay geliyor, yoksa ona dair de umudumuz mu yok. Eğer ikincisiyse “Hayat kısa, kuşlar uçuyor” demeye devam… Bana kalırsa şu anda en büyük bela denildiğinde ortaklaşılabilecek bir konu var elimizde; OHAL. OHAL’i kaldırmak için ilerici en geniş cepheyi örmekten bahsediyorum. Bu cephenin içerisindeki bileşenleri de önemsemiyorum şimdilik. Devrimciler yıllarca kendilerini diğer devrimcilerden ayıran özelliklerini (ben buna zenginlik diyorum) ön plana çıkardılar, şimdi ise yan yana gelebileceğimiz özelliklerimizi sergilememiz gerekiyor.

Devrimcilik bunun neresinde mi? İçimizde, içimizde… -mübalağa anlaşılmayacaksa şayet- bu cepheyi ilerletecek kuvvet kim olacaksa onda. Bir alanda mücadele verirken -bu kent mücadelesi olur, doğa mücadelesi olur, kadın hakları, gençlik, kültürel haklar olur yahut en geniş anlamıyla sınıf alanında olur- yanındaki bileşenin hangi birikimden, hangi müfredattan geldiğinin önemi kişinin kendine olan güveniyle ters orantılıdır. Çünkü devrimcilik bir irade beyanıdır. Ve her dönem önceki dönemlerden yine o dönemlerden biriktirdiği ama onlardan kopuşlar da yaşadığı gelişmelerden beslenen ve yeniden üretilen yaklaşımlarla farklılaşır. Bir nevi kapsayıp, ilerletme diyebiliriz.

Haliyle bizlerin beslenme kaynakları yine bizim Sakarya’mız oluyor. Kocaali’den Pamukova’ya, Kaynarca’dan Taraklı’ya kentin her noktasına ulaşabilmek kişinin kendi elinde olmuyor. Buradan hareketle bir-aradalılık bizlere kentin (dahi ülkenin) her noktasına temas edebilme, birlikte öğrenebilme kanallarını açacaktır. Hepimiz aynı şeyi aynı perspektifle düşünmeyeceğiz ama hedeflerimizi ortaklaştıracağız. Bunu yapabilme becerisine sahip olabilirsek devrimcileşebileceğiz.

Somutlaştıralım biraz, ve biraz da tartışmaya açalım, çağrı olsun…
Kentimizde de Şehir Hastaneleri meselesi gündemde. Sağlığın alınır-satılır bir meta değil, kamusal bir hak olduğunu yılmadan anlatmalıyız. Dünyadaki örnekleri, ülkelerin bu projelerden neden ve nasıl kaçtıklarını anlatmalıyız. Şahsen billboardlarda boy boy bilmem ne hekiminin kollarını bağlamış ve sırıtan bir pozla görmekten son derece rahatsız oluyorum. Hekimlerle değil derdimiz, sağlığı metaya çeviren yöneticilerle.

Her yer imam-hatip, her yer demagoji. Ne hale getirdiler eğitim sistemini! Paran varsa git özel okula yoksa yallah imam-hatipe. Çoluk çocuk sahibiyiz ya, hani “bizden geçti” ya, bunun kavgasını da mı vermeyeceğiz. Bizden sonraki kuşaklara nasıl bir ülke, nasıl bir kent bırakacağız. Hayat o kadar da kısa değil aslında. Yeni kuşakların beynini türlü türlü cemaatlerin güçlenmesi ve bizleri esir alması için, dahası şeri darbe girişimlerine fırsat yaratacak şekilde doldurmasına ses çıkarmak gerekiyor. Okullarımızın yine rant için başka yerlere taşınmasına da izin vermememiz gerekiyor. Belki bir veli dayanışması mesela...

Deprem gerçeğini “sesimi duyan var mı !?” sözleriyle aklımıza kazınan en acı halleriyle yaşayan şehrimizde hala bir deprem bilinci yoksa bilelim ki bu yöneticilerin bilinçli tasarrufudur; “Deprem anında toplanmak için o kadar parkımız var, neyinize yetmiyor”(!) (*) Bilimsel ve toplumsal öğretici işleve sahip bir panel yapmak boynumuzun borcudur. Bunu başarmak ufak tefek şey mi sizce? Bir özel hastane yöneticisinin İran-Irak sınırında 7 büyüklüğündeki deprem için “ohhh ne güzel işte” diyebildiği bir ülke haline geldik…

Devrimcilik insan-üstü bir şey değil elbet. Daralan alanlarımızda hepimiz belki de sosyal medya mecralarına hapsoluyoruz. Önce siyasete, sonra, dünyaya, sonra ülkeye-kente-aileye-birbirimize, her şeye yabancılaşıyoruz. Ruhumuzu kurtarıyoruz. Bunlar yaşanıyor, eksiliyor, evet ve devrimcilik tam da tüm bu olumsuzluklara rağmen yaşamı yeniden üretmektir. Ruhu kurtarmak değil, yaşamı kurtarmaktan bahsediyoruz. Kaybettik mi, yine kavga eder, yine yeniliriz, daha iyi yeniliriz. (**) Çünkü kazanmaya ihtiyacımız var. Kazandığımız her olgu sömürü düzenine karşı toplumsal bir barikattır. O barikattan geri adım atılamayacak bir kazanım noktası. Gücümüzü nereden alacağımızı biliyoruz; tabii ki, insana en çok yakışan, bizleri insan yapan değerden; dayanışmadan. Sadakanın lütfuna karşı gücümüzü buradan alacağız.

Yazı biraz uzadı. Daha yazacak, yazılanları açacak onca söz vardı akılda ama sonraki yazılara devredelim. Bitirirken itiraz ederken, harekete geçmeye çalışırken elde edilecek kazanımı küçümsemeyelim. Her bir kazanım daha iyileri için bir moral deposu oluyor çünkü.

Hayde yan yana…

____________________

[1] Şiir, Cahit Sıtkı Tarancı, “Otuz Beş Yaş Şiiri”

[2] Şiir, Cemal Süreya, “Hayat kısa, kuşlar uçuyor”

(*) Sakarya Büyükşehir Belediye Başkanı Zeki Toçoğlu’nun açıklamalarından esinlenerek yazılmıştır. İlgili haber için; http://medyayazar.com/zeki-tocoglu-ndan-kente-dair-aciklamalar/18788/

(**) Sözün orijinali Samuel Beckett’a aittir ve “Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil”. şeklindedir.