Yazmak yeni dünyalar yaratmak ve o dünyayı okuyucuları misafir etmektir.

Hem çok zor bir o kadar da güzelliği barındırır içinde. Yazar Ahmet Karakulak’ta yarattığı dünyada ‘Evcilleşmemiş Hikayeler’ adlı kitabıyla bizleri konuk etti.

Her konuklukta olduğu gibi laf lafı açtı ve güzel bir sohbete dönüştü.

Umarım sizler de bu söyleşiden zevk alırsınız.

Serap ÖZER

-Yazmaya nasıl karar verdiniz?

Yazmaya ne zaman karar verdiğime dair bir tarih olmasa da 5-6 yaşlarındayken kafamda bir imgesel şeyler olduğunu ama direk eylem olarak 13 yaşında bir şiir yazdığımı hatırlıyorum. Güneşli bir öğleden sonra şiir yazmıştım, hemen ertesi gün bir şiir daha yazdım. O şekilde başladım. Daha sonraki günlerde ise gazetede Metin Altıok’un bir şiirini gördüm. sanatın ilk güzelikleri ile buluşmam böyle başaldı. Metin ALTIOK’u gördüm, Yaşar Kemal’i gördüm, Aziz Nesin’i gördüm onların kitaplarını aramaya başladım daha sonra gazetelerin verdiği kitap ekleri vardı, Nobel ödüllü yazarların bir ansiklopedisi veriliyordu onlardan bir tanesi elime geçmişti. Nobelli yazarlardan oluşan bir defter hazırladım, sevdiğim ilgi çekici hayatları olan yazarlar… Sonra bu yazarların eserlerini aramaya başladım. Ardından Fransız yazarların kitaplarını okumaya başladım okurken hep bir şeyler karaladım ama o yazdıklarımı pek meydana çıkarmadım. Ruh hali itibariyle de çok çalışkan bir insan değilim, yazdığımı bırakır, geri dönüp okumazdım. yıllar sonra karşıma çıkınca tekrar dönüp bakardım. Ama ilk yıllarda özellikle günlük tuttum, şiir yazdım. direk bir öykü kurma hareketi her halde 2001 yılında başladı.bir öykü kurmaya çalıştım. Diğerleri parça parça sahnelerdi. 2001 yılında bu kitaba da aldığım Uçurtma öyküsünün üzerinde bir hayli çalıştım. Bu öykü ile artık öykücülüğü önemsemeye başladım.Sonraki dönemlerde öykü çalıştım. Farklı hikaye yöntemleri de denemeye çalışıyorum aslında ama hikayeyi yazarken alışılmış o Türk öyküsündeki tavrı benimsemek istemiyorum. Türk öyküsünü çok şiirsel buluyorum ve öykülerimi şiİrden kaçırmaya çalışıyorum çünkü şiirsellik bizim coğrafyanın arızası gibi geliyor bana.Romantizm ile çok fazla içli dışlı olması, nasıl diyeyim problemsiz bir romantizm var bizde. Tek taraflı bir romantizm, şiir de onun temsili gibi geliyor. Kendi duygularının kusması gibi görünüyor. genelde bireysel sadece kendi etrafında olup bitenin kafiyeli uyaklı ifadelere dökülüşü gibi. Ben şiiri o nedenle hikayenin içinde tutmak istemiyorum. Hikayede daha yalın bir yere varmak istiyorum az sözcükle yazmaya çalışıyorum,çok sözcükle hikaye yazılacağını düşünmüyorum. Yani egzantirik insan tipleri , egzantirik olay kurmak evresini geçtim, öyle bir şey kurmak istemiyorum. Toplumun beklentisine uygun şekilde olayın çok öne çıktığı ve herkesi sarstığı hikayeler değil de daha çok durumların yarattığı şaşkınlıklar benim dikkatimi çekiyor. İnsanlardaki gariplikler dikkatimi çekiyor ama Amerikan filmlerindeki gibi absürt ve abartalı insan tipler değil.Ben genelde sıradanlığın içindeki derinliği görmeye çalışıyorum. Yazı yazmayı çok seviyorum ve yazmayı sürdüreceğim.

-Öykü yazmak sizinde belirttiğiniz gibi zor, peki neden öykü?

Neden öykü? Herhalde kafamdaki iç dünya ve dış dünyanın çarpışmasına öykü şahitlik edebiliyor. Öykü bana uygun ama şimdilik. Ben romana uygun bir insan değil miyim? roman da yazabilirim belki, hatta romanda daha özgürce ve daha savruk da davranabilirim, beni zapteden, beni zincirleyen unsurlar belki romanda çözülebilir ama öykünün özel bir tarafı var tabiki. Öykünün de aslında bugünkü hale gelmesi daha yeni, Türk öyküsünden öğrenecek çok şey var ama ben bir çok şeyi batı edebiyatından öğrendiğimi söyleyebilirim. Türk edebiyatından da beslendiğim yazarlar var tabiki, Sait Faik , Yaşar Kemal, Orhan Kemal gibi sevdiğim ve beslendiğim kişiler var ama benim asıl kaynağımın batı edebiyatından geldiğini düşünüyorum. Onlardan daha çok etkilendim. Hemingway’in öykü teorilerinden etkilenmiştim.

Öykü neden? Öykü biraz ilgi görüyor günümüzde, hayat hızlandı herkes yoğunlaştırılmış şeyleri seviyor öyküyü de böyle bir ilgiyle karşılaması toplumun bunun işareti gibi geliyor. Oturup 5 -10 dakika içerisinde dünyaya dalıp çıkabiliyor, roman bu anlamda biraz daha fazla zaman isteyen bir şey. insanlar öyle bir zaman ayırmak istemiyorlar o yüzden kısa öyküye hatta daha da kısa öyküye doğru gidiliyor. Bu belki öykü için kaygı verici bir şey olabilir. İnsanlar artık her şeyin kısaltılmış, yoğunlaştırılmış, hap haline gelmiş şekillerini seviyorlar .Türkiye de özellikle lise öğrencileri arasında öyküye bu nedenle bir ilgi olduğunu düşünmeye başladım.

-Buradan devam edersek aslında hiçbir zaman çok okuyan bir toplum alamadık ancak sosyal medyanın gelişmesi ile bu durum daha da sorunlu bir duruma geldi. Böyle bir dönemde öykü yazmak sizi etkiledi mi? Yada bu dönem sizin öykülerinizi etkiledi mi?

Mutlaka etkilemiştir. Bazen gelecekle ilgili ütopik öyküler kurguluyorsunuz. Örneğin bir öykümde dil dediğimiz bu tuhaf, çözülemeyen, hayatımızın bu kadar içindeki bir yapı dönüşürse -dil nihayetinde gizli bir anlaşma sağlar bize, diğer toplumlardan ayırır- ne olur diye bir hikaye kurguladım. Hikayede; bir gün emniyet müdürlüğü özel bir dil geliştiriyor, polisler dışında kimsenin bilmediği bir dil, bir genç adam bu dil sınavına giriyor. Dil böyle bir grift hale gelebilir. Herkes kendi dilini kurabilir.Örneğin devlet kendini iyice koparmak için ayrı bir dil oluşturabilir.Dolayısıyla teknolojik ve benzeri şeyler aslında bize yeni alan açar. Dil bu anlamda zayıflamaya devam edecek bence. Sözcüklerimiz azalacak, sözcükler azalınca düşünmelerimiz azalacak, düşünce ile dil paraleldir, biri gerilerse diğeri de geriler. bu noktada Türk toplumu ve dünya toplumlarının çoğu bu sıkıntıyı yaşamak zorunda kalacaklar bence. O yüzden dile sahip çıkmak gerekiyor. Burda dil korumacılığından bahsetmiyorum. Dil üzerinde düşünmek gerekiyor. Oysa günümüzde emojiler dilin yerini almaya başladı. bu iyi bir şey değil. İnsanlardaki bir çok duygu çeşitliliği azalacak ve belli duygular içinde hapsolacağız. Dil de bunun işaretlerini görüyorum. Bu bir risk.

-Neden evcilleşmemiş hikayeler?

Hoşuma giden bir sözcük değil evcilleştirmek. Toplumların otorite tarafından evcilleştirilmesi, terbiye edilmesi beni rahatsız etmiştir daima. İnsan doğasına güvenmek isterim ve bunun böyle olmadığını görüyorsun, dünya sürekli beni terbiye eden, beni edepli hale getiren yasalar, kurallar zinciri olduğunu görüyorsun. Dolayısıyla bunun ben olmadığımı görüyorum. İnsanın insan olması ile ilgili değil bunlar, sanki İnsan farklı bir yola sapacakken birden bu otorite dediğimiz kavramlar çeşitlenmiş ve hayatımızı çekilmez hale getirmişler diye düşündüm. o yüzden evcilleşmemiş sözcüğünü çok sevdim hikayelerime de bu ismi verdim.

-Eldiven hikayesini ve öğretmen olmanızı da baz alırsak hikayelerinizin ne kadarı kurgu ne kadarı gerçek hayattan?

Eldiven hikayesindeki olaylar kurgu, kişiler gerçek. Sadece orada ilk öğretmenlik yıllarımda öğrencilerim olmuştu. o öğrencilerin fiziksel görüntü ve ruhsal durumlarını aldım bir olayın içine yerleştirdim.

Hikayelerinizi yazarken yaşadığınız olaylardan ne kadar etkileniyorsunuz?

Gerilim yüklü olaylar daha çok iz bırakıyor tabi ki ama dediğim gibi hep sorular var zihnimde. yaşamda hep sorularla karşılaşıyorum. Gördüğüm bir çok yerde soru gördüğüm için hikaye toplamak da zor olmuyor aslında. Her yerde olaylar, yaşamlar, insanlar var. Hayat dediğimiz bu sisin içerisinde birbirimize temas ederek ya da etmeyerek akıp duruyoruz. Ve bu hal, beni ve yazılarımı etkiliyor.

-Hikayelerinizde gerek metafor gerek gerçek haliyle hayvanları bolca görüyoruz. Sizin hayvanlarla insanlar arasındaki ilişkilere bakış açınız nedir? Hayvan hakları savunucularının çalışmalarına nasıl bakıyorsunuz?

Hayvan sözcüğü bile beni rahatsız eden bir sözcüktür. Ben bizim dışımızdaki canlılara hayvan bile demek istemiyorum. Bunlar insanın tanımladığı, adlandırdığı şeyler. Ben dünyanın tüm unsurlarıyla beraber eşit şekilde yaşadığımı düşünüyorum. İnsanın hiçbir yüce tarafını görmüyorum. Yücelik kavramı insanın kendi kendini aldatmasıdır. Yüce olan her şey hükmetmek, egemenlik kurmak ister.İnsanda tabiat üzerinde sürekli yıkıcı oldu. Sürekli egemenlik kurdu. Ve dünyayı bu hale getirdi daha da kötüye götürüyor bu endişe verici bir şey. Benim çocukluğumda çevremde hayvanlar çoktu. Hayvanların içinde büyüdüm. Onları çok sevdim, onlarla eşit olduğumuz fikri herhalde çocukluğumdan itibaren gelişti.Onları dışarıda tutmak istemiyorum aslında o yüzden hayatta hayvanın süs unsuru gibi tutulması canımı sıkıyor ve saçma buluyorum. Biz onların hayatlarını işgal ettik, yaşamlarını yok ettik gibi geliyor.

-Yine hikayeleriniz üzerinden gidersek bir hikayenizde ‘’ Çoğu kadında olduğu gibi onda da bitmez tükenmez bir zehirleme gücü vardı’’ demişsiniz. Burdan yola çıkarsak siz toplumda kadının durmunu nasıl görüyorsunuz? Kadın hakları mücadelesine nasıl bakıyorsunuz?

Kadın ve erkeği tartışırken kısır bir cinsiyet tartışması yapmak istemiyorum ama topluma baktığımız zaman bizim sorunlarımızın arkasında aslında kadın problemi olduğunu görüyorum. Kadınların çoğunluğunun bu değişime direnen – elbetteki bunun dışında kalan çok saygın insanlar da var- ama çoğuna baktığımda, kadın hala soru sorma derdinde değil daha çok modern ve geleneksel dünyanın ortaklaşa dayattığı bir kavram var. İşte, tüket dedikleri yenisini giy, güzelleş ve bekle. Yani edilgenlik üzerine örülü bir yaşam sunuyor, kadın bunun arasına sıkıştığı için genelde tutucu bir yaşam sürdüğünü düşünüyorum. Kadın ne kadar görüntü olarak modern hayata uygun yaşasa da aslında pratikte çoğu kez gelenekçi bir zihnin içinde yaşadığını düşünüyorum. Örneğin aileyi, anneliği hiç tartışmaya açmıyor kadın,açarsan kızıyorlar. Çoğu kez erkekten rol çalmaya çalışıyor. Erkeğin verdiği ödevleri en iyi şekilde yapmakla övünüyor. Çünkü kadının ev diye icat ettiği bir alan var O alanın içerisinde kendisine tanım koymuş ve orda mutlu olmaya çabalıyor.Kadın sokağa inmezse hayat bu şekilde tek taraflı ilerleyecek ki Anadolu dediğimiz yerin bir erkek memleketi olduğunu gördükçe insanın canı sıkılıyor. Kadın dokunuşlarını göremeyeceğiniz alanlar o kadar fazla ki Türkiye’de. Kadın sadece evine girmiş. Evinde dokunuşları var. Kadın ile erkeğin eşyaya dokunması farklı etkiler yaratır. dolayısıyla kadın zerafeti bu toplumda pek rastlamadığımız bir şey. Bu yüzden de kadınlar özgünlük anlamında pek bir şey vadetmiyor. Çok özgün değiller, hepsi bir birine benziyor. Kadınlar birbirine benzerse erkekler de neticede biribirine benzer. Erkekler de aynı yöntemlerle aynı mantıkla hayatlarını sürüdürmeye devam ediyorlar. Bazen tuhaf bir biçimde, despotizmi destekleyen kadınlar dahi görürsünüz.

-Bir başka hikayeniz de aydın ve yarı aydın kavramından bahsetmişsiniz.Yarı aydın kavramını kullanmanızın özel bir nedeni var mı? Sizin bakış açınızla aydın ve yarı aydın arasındaki temel farklar nelerdir?

Batı tipi aydın sanırım ülkemizde çok azdır. Bizim geleneksel, klasik devletin gölgesinde yetişmiş aydınlarımız oldu.Sivil insan tipinin olmayışı, toplumumuzun en büyük sıkıntısı bence. Sivil insan tipi dediğimiz insan kimliğinin en temel özelliği bağımsız olması.Her hangi bir sistemle ilişkisiz olması. Sivil insan yaratıcılığı ve ve dönüşümü çok yoğun biçimde içinde taşıyan bir insandır. Dolayısıyla sanatçıların toplum tarafından aykırı görülmesi onun sivil olmasından kaynaklanmaktadır. Bizde devlet sanatçısı denilen insanlar bile var. Devletin gölgesinde yetişmiş, devletle barışık, oysa gerçek sanatçılar hiçbir yapı ile barışık halde değildir. Hepsine şüpheyle bakar, tedirgindir. Dolayısıyla aydının da bu anlamda sivil bir insan olması gerekiyor. Ancak yaratıcılığını o şekilde ortaya çıkarır, diye düşünüyorum. Yarı aydında hem sivilleşmek isteyip de bunu yapamayan, dünya bilgisine sahip olmak isteyip de bunu başaramayan, her şeyden biraz biraz bilen insanlar. Bizim Tanzimattan beri getirdiğimiz insan tipi genelde böyledir. Her şeyden biraz biraz bilip ama hiçbir şey bilememek. Toplumun da bu insanları pek dinlediğini düşünmüyorum. Toplum genelde kendi bildiğini konuşan çok geveze bir toplum. Dinleme konusu çok dayatıldığı için belki hayatımızın içine şöyle bir bakarsak yaşamda öğrenme işlemi genelde dinleme dediğimiz kavram üzerine inşa edilmiştir. Herkes birine dinletmeye çalışır. Camide imam, okulda öğretmen dinletir. Mitingler olur, mitinglere gidersiniz. Sözel bir toplum. Toplumun, görsel yani gözü kullanan bir toplum olmadığını burdan anlayabilirsiniz. O yüzden hatip çok önemsenir. Ne söylediğinizden ziyade nasıl söylediğiniz fikri çok ciddiye alınır. Dünyada da böyledir belki ama bizdeki kadar değildir herhalde. Dolayısıyla biz sözel kafalı ,kulakları çok gelişmiş bir toplumuz. Bizim aydının da böyle bir özelliği var gibi geliyor bana. Dolayısıyla yarı aydınlar, batıdan aldıklarıyla kendilerini biraz yerli, biraz batılı bir kimlik edinmişler ama aydının en temel fonksiyonu, o cesareti, o dinamizmi o yaratma sancısını çok derinlerinde duymamışlar. Ve bir gelenek oluşmamış. Bir gelenek oluşmazsa zaten dönüşüm gerçekleşmez . Müstakil isimler var sadece Türkiye’de. herkesin kafası iyice karışık. Arafta olma, sıkışmışlık bizde olan duygular.

-Çok okuyan bir toplum değiliz ve ne yazık ki gittikçe de geriliyor. Okuma oranını arttırmak için ne yapmalı? Söyleşide de belirttiniz. Öğretmenlerin öğrencilere okuyun demekle olmaz arada bir boşluk var o boşluğu kapatmak gerekiyor. o boşluğu nasıl kapatırız? Bunun yanında son dönemlerde ortaya çıkan popüler kültür dergileri okumayı nasıl etkiliyor?

Bizim toplumuzda, bir kavram hayatın içerisine girip o kavramın hayatı dönüştürmesi beklerken kavramın kendisi dönüşür. Örneğin, Oğuz Atay, herhalde 5-10 yıldır popüler kültür ürünü olarak gençlerin arasında konuşulan bir isimdir ama okuyucular sürekli olarak ondan aforizmavari ifadeler,anlamlar ister. Yani yaşamı sıkıştırdığımız,yoğunlaştırdığımız kısa kısa ifadeler.O ifadeyi alacak hayatı değişecek. Yani her şey bir reçete gibi düşünmek istiyor. O yüzden Oğuz Atay’ı anlamıyor ama onun dev kitabını koltuğunun altında gezdirerek aslında onun zihniyetine temas ettiğini düşünüyor. Okurluk böyle bir şey mi acaba? Türkiye’de böyle bir okur tipi oluştu. Her kitapta da böyle. Yani şok edici şeyler istiyorlar aslında . Edebiyat öyle şey değil aslında.Hatta Oscar Wilde ‘’edebiyat hiç işe yaramaz’’diyordu. Kendisi klasik bir edebiyatçı, aslında O sözü ben çok düşündüm. Edebiyat ne işe yarıyor diye. Edebiyat benim işime yarıyor, onun işine yarıyor ama toplumların işine yarıyor mu? Bilmiyorum toplumları dönüştürmesi, tamam 19.-20. Yüzyılda örnekleri vardır tek tek bulup çıkartılabilir ama bu çağda toplumu dönüşme serüveni olmaz.

Okumak için önce yazılı bir kültürü yaratmanız gerekiyor. Ne okusun ki bu toplum, kimin hikayesini, kimin romanlarını, kimin tarihini okusun? Bunların hiç biri yapılmamış ki, bunun yapılması gerekir. Ben yazıyı okumaktan daha çok önemsiyorum. Yazan bir toplum haline gelmemiz gerekiyor. Geciktik, yüzlerce yıl geçti. Artık sanal ve sürekli buharlaşan bir yazı dünyasının içindeyiz. Ama bu gecikmişliği alt etmenin yolları vardır mutlaka. Orijinal bir şeyler yapılabilir yazı ile ilgili. Yazı gerçekten düşünme dediğimiz eylemin bu sıkıcı, bu yorucu eylemin çok özel bir hali. Yazı bu anlamda da gerekli.Bu toplum biraz leziz düşünmesi gerekiyor. Kavramların tekrar baştan aşağıya tartışılması gerekiyor bu da yazı ile tartışılabilir. Güzelliği, yaşamı, dini, devleti daha bir çok kavramın baştan aşağı tekrar tekrar tartışması gerkiyor. Bunu ancak yazı dünyası yapabilir diyorum çünkü sözlü yaptığı zaman bir işe yaramıyor. Sözlü konuşuyorlar sadece ıvır zıvır, anlamsız tekrarlarla dolu. Yazı yazmak gerekiyor. Yazı yazarsanız yalan söyleyemezseniz. neden, söz dediğiniz şey kulağa hizmet eder ve kulaktan kulağa giderken ister istemez başkalaşır. Yazı anı, kişileri, fikri somutlaştırır ve artık yalanla irtibatlandıramazsınız. Her yazı bu anlamda bir şahittir. Ve tarihi de öyle yazabilirsiniz ancak. Tarih başka türlü olamaz başka türlü yazılan tarihlerin tamamı da bizim için sözel tarihtir, dedikodu tarihidir çoğu kez. O yüzden gayri ve resmi tarih diye tarih ikilikleri oluşur. Tarihle ilgili şüphe bile yoktur toplumun çoğunda, enterasan bir şey. Sevdiği şeye değer verir toplum ezelden beri, ama o değerin içeriğine dair bir bilgisi yok. Örneğin Kurtuluş Savaşı’nı destan olarak algılıyorsun ama Kurtuluş Savaşında yapılanlar hakkında bir bilgin yok. Keza Mehmet Akif’i çok seviyorsun ama Safahat’ı alıp okumamışsın, böyle garip bir toplum. Sevgisinin içine bakmıyor hiç. Dışıyla ilgileniyor, herhalde kutsallıkların çok fazla olması ile ilgili bir şey. Her hangi bir şeyi kutsallaştırırsanız zaten anlamaya gerek kalmaz. Toplumumuzda öyle.

-Hikayelerinizin çoğu ölümle veya eve dönüşle bitiyor. Bu durumları çok sık kullanmanızın özel bir sebebi var mı?

Aslında hikayenin nereye varacağını öncesinde oturup tasarlamam. Hikaye kendi yolunu bulmaya çalışır genelde. Gerçeklik dediğimiz kavram çok tartışılacak bir kavram. Ben hayattaki gerçeğin temsili olsun diye yazmıyorum aslında. Hayatta gördüğüm yaşama alternatif bir gerçeklik tasarısı içinde değilim. Sadece gerçekliği başka bir açıdan görebilir miyim? diye düşünüyorum. Ama genelde gördüğüm hayat bunlara götürüyor. Ölüme yaklaştırıyor. Ölüm gibi bir olgu hayatımızda iken bu olup bitenler, biraz klasik bir ifadeyle, saçma görünüyor. Onca şey oluyor ve ölüm var, biz nelere tutulduk böyle,neleri hayatımızın merkezi haline getirdik. Dervişçesine sormuyorum aslında bunu, çok edilgen de bırakarak değil, ölüm aslında beni diri tutuyor. Ölüm olduğu için hayatı daha anlamlı buluyorum ve eylemllerimi belirlerken ölümün var olması o eylemin şeklini belirliyor ben de. Örneğin üzüldüğümde ölümü düşünürüm. Ölüm düşüncesi içimdeki hüznü biraz daha dağıtır. Bazen iş hayatı, aile ilgili endişelerimiz vardır, çok basit şeyler, o kadar yığınla şeyler var ki.Bunların arasında hayatın böyle olmaması gerektiğine dair bana fikirler veriyor. Hayat böyle bir şey değil, diye düşünüyorum. O yüzden herhalde romantikler gibi doğaya kaçmak arzusu doğuyor.

-Eklemek istediğiniz son bir şey var mı?

Son şey, çok teşekkür ederim .Hikaye yazmaya devam edeceğim, okunup okunmamasını çok da düşünmüyorum aslında. Zaten yazdığınız şey sanat eseriyse bu zaman denilen bir sınava tabi tutmanız gerekir, o da insan hayatını çok aşar dolayısıyla yazdığım şey bir sanat eseriyse eğer zaman içinde bunu görürüz. Ben göremiyebilirim. İnsanların çok beğenmesi, çok takdir etmesi çok da önemli bir şey değildir. Bunlar aslında şüpheyle bakılacak şeylerdir.