Annelerinin acılarına tanıklık etmiş çocukların bakışlarında hep hüzün vardır. Ömürlerine eklense de on yıllar, kahkahaları, sevinçleri hep gölgelidir. Annelerini dayak yerken görmüş çocukların, hiç geçmeyen yaraları vardır. Ve onlar, birbirlerini yaralarından tanırlar. Başkaları gibi kolay ağlayıp kolay gülemezler öyle her şeye. Yatağa girdiklerinde, yorganın altında açılan minik ellerinde, uyku gelene kadar bitmeyen duaları vardır. Ve çoğu uykusunda altını ıslatır ergenlik öncesi yaşlarına kadar. Küçük yaşta acı ile bilenen yürekleri fırtınaya, borana, gece karanlığına atılan pusulara dayanıklıdır. Bir gün ışığına bile meyleden naifliklerine rağmen kolay kolay savrulup yıkılmazlar. Ama bedenlerinin içinde bir duvarın kuytusuna sinmiş, dizlerine kapaklanıp karanlıkta sessizce ağlayan küçük bir çocuk vardır hep.

Hayatımda gerektiği kadar soluklanmış insanlara, beni tanımlamalarını isteseniz hepsinin ilk söyleyeceği, çok güçlü ve cesur biri olduğumdur. Vallahi yalan… Bu koca bir yalan. Korkağın tekiyim. Ve bunu sadece ben biliyorum. Kavga etmekten korkarım mesela… Çocukken bile etmedim, kimseyi dövmedim. Hiçbir sevgilimle kavga etmedim mesela. Defalarca masayı devirip, kapıyı çarpıp çıkmak istemiş olsam da bunu hiç yapamadım. Şiddetten korkarım. Ne zaman sokak aralarında kavga eden erkekleri görsem, midem bulanır oradan uzaklaşırım. Eylemlerde polis gaz sıktığında kaçmayı bile beceremem ki. Ne can pazarlarında donup kalmışımdır da gaz dumanının arasından uzanan bir kol tutup çekmiştir beni. Tanıdık biri yakınını kaybetse onu hemen arayamam mesela. Acısı ağır gelir, mateminin yükünden ezilirim. Birkaç gün beklerim acısı azalsın diye. Kendi anadilimde söylenen yanık stranları, hüzünlü şarkıları dinleyemem asla. Annemi ve çocukluğumu hatırlatır, canımı yakar anlatılan acılar. Çok geç tanıdım kendimi ama artık biliyorum; acıdan korkuyorum ben…

Bazen hayat akıp giderken seyrinde, birden sebepsizce durursun. Bir melodi, bir koku, bir an, unuttuğunu sandığın izlerin başına götürür seni. Böyle zamanlarda hesaba çekerken kendini, bir bir yüzüne çarpar zaafların, korkuların, karanlıkların. Anılar hoyratça sıralanır, her kapı başka kapıya açılır ve her şeyin başladığı yere, çocukluğuna varır bütün yollar. En güzel ve en karanlık anıların bir arada olduğu dönemdir çocukluğumuz. Çocukluğum… Bu yazıyı yazmak kolay olmadı. Bir rulo tuvalet kâğıdına ve bir nutella kavanozuna mal oldu. Aşk acısı çekerken bile yapmadım bunu.

Ablam ile aramızda iki yaş olmasına rağmen aynı sınıfta başladık okula. Öğretmenimizin tayini çıkınca müdür yardımcısı Hüseyin Öğretmen derslerimize girmeye başladı. Bir gün sınıftaki bir arkadaşımız makasının kaybolduğunu ve ablamla benim çaldığımı söyledi. Öğretmen ikimizi tahtaya dikip çantalarımıza baktı. Makası almadığım ve ablamın da almayacağını bildiğim halde birimizin çantasından çıkacağına inandım nedense. Çantadan çıkacak makası korku ile beklediğimi hatırlıyorum. Öğretmen makası bulamayınca çok sinirlendi. Hışımla çantalarımızı yere atıp yanımıza geldi. Kulaklarımızdan kaldırıp kafalarımızı tahtaya vurdu. Kafa kemiğimin tahtaya her çarpışında çıkardığı ses defalarca yankılandı beynimin içinde. Birimiz yanan kulaklarını tutarken diğerinin dayak yemesini izledik. Altıma kaçırdım. Bütün eğitim hayatıma yetecek dayağı yedim o gün. Sıraya oturduğumuzda ablam elimi tuttu, göz göze geldik. Gözyaşları yanaklarındaki kire karışarak yol yol iz bırakıp çenesinden damlıyordu. Ben de ağlıyordum ama onun titreyen çenesini görmek canımı çok yaktı. O an karnımızı bile zor doyurduğumuz yoksul evimi ve annemin yanında olmayı ölesiye özledim. Ve yanaklarımdan kulaklarıma kadar basan acılı ateş bir türlü geçmedi.

Sonra makas kızın kendi çantasından çıktı. Ama öğretmen özür dilemedi. Bizim de öyle bir beklentimiz yoktu muhtemelen. Sınıfta kimse boşu boşuna, haksız yere dayak yediğimizi düşünmemiş gibiydi. Biz bile. Paydos zili çalınca herkesin sınıftan çıkmasını bekledik. Nedense dayak yediğimiz için aşağılanmış hissediyorduk. Okul çıkışı makası kaybolan kız, iki erkek kuzeniyle beraber yolumuzu kesti. Çocuklar ablamın boyundaydı, üç kişi oldukları için gücümüzde yetmeyecekti. Onlar sırıtarak bizi döverken ablam bana sarıldı. Erkek çocukları bizi yumruklayıp tekmelerken kız da uzun saç örgülerimize asılıp bütün gücü ile bizi aşağı çekmekle meşguldü. Saç diplerimin acısı hala hatırımdadır. Büyük çocuklar araya girip biz yolumuza devam edince ablam; “ Neneme söyleriz, nenem gelir okulu başlarına yıkar merak etme. Gör bak, nenem hakkımızı alacak.” Hala sesi titriyordu ve kendini de ikna etmek istercesine birkaç kere tekrarladı aynı cümleleri. Nenemin okula gelişini hayal edince iç çekmelerim durdu. Nenem okula gelir, iki elini gümüş kemerli beline koyar, verir veriştirirdi. Evet, nenem korkusuzdu, gelir arardı hakkımızı.

Eve girmek üzere iken babam ile karşılaştık kapıda. Ona söyleyemezdik, bizimle pek konuşmazdı zaten. Gözlerini kaçırdı bizden. Usulca kenara çekildik, o sinirli bir şekilde yanımızdan geçip giderken. Eve girdiğimizde, annem salonun ortasında dizlerinin üzerine çökmüş, nenem ise elleri belinde tepesinde durmuş söyleniyordu. Kötü bir şeyler olduğunu sezinledik. Yengem onların biraz uzağında, boncuk işlemeli laciki ile ağzını kapatmış, korkmuş gözlerle anneme bakıyordu. Annem bizi görünce yerdeki laçiki alıp, darmadağın olmuş saçlarını örtmeye çalıştı. Biraz daha yaklaşınca başından alnına doğru akan kanı gördüm. Ablam elimi tuttu. Usulca gidip öylece annemin yanına çöktük. Annem bir taraftan sessizce ağlıyor bir taraftan kana bulanan yüzünü siliyordu eteğinin ucuyla. Başındaki beyaz laçikte küçük bir kan lekesi belirdi. Sonra leke yavaş yavaş yayıldı. Gidip ona sarılmak, yarasından öpmek istedim. Eminim ablam da istemişti. Ama ikimiz de yerimizden kalkamadık. Ne olmuştu, babam neden annemi dövmüştü ve nenem neden hala anneme kızıyordu anlamıyordum. Ve benim hala kulaklarım ve saç diplerim acıyordu. Annem onu öyle gördüğümüz için utanarak gözlerini kaçırdı bizden. Biz de onu o halde görmüş olmaktan dolayı suçlu hissettik kendimizi. Uzun süre kenarda dikilen yengem geldi annemi alıp odasına götürdü. Ablamla çantalarımızı alıp ödevlerimizi yapmak için evin arkasına gittik. Annemizi daha çok sevmeye, ev işlerinde ona daha çok yardım etmeye söz verdik birbirimize. Birkaç gün annem ile birbirimizden kaçtık. Ve o günü annemle hiç konuşmadık. Babamdan uzun süre nefret ettim. Sonra ne zaman geçti nefretim hatırlamıyorum. Ama hayatım boyunca, ona karşı kendini yenileyen bir duygu olarak kaldı içimde.

Okulda yaşadıklarımızı kimseye söylemedik. Babamın da nenemin de bizi döven öğretmenden bir farkı olmadığını düşündük ikimiz de. Nenem, annemi korumadıysa bizi de korumazdı ki. Gariban anama da söyleyemezdik. Onun daha çok derdi vardı.

Yeni öğretmenimiz gelene kadar Hüseyin Öğretmen’den defalarca dayak yedik. O üç çocuktan da. Ve kimseye söylemedik. Komşulardan birinin kızı neneme söyleyene kadar evdekilerin uzun süre, durumdan haberi olmadı. Bir gün, biz dersteyken okulun boş koridorları bağırışlarla yankılandı. Bütün öğretmenler sınıflarının kapısına çıktı ne olduğunu anlamak için. Ablam ile ikimiz kırık Türkçe ile edilen küfürleri ve kükreyen sesin sahibini tanıyorduk. Bütün okul söylediklerini duydu ve kimse uzun süre yanına yaklaşmadı. “İlim öğrensinler, cahil kalmasınlar diye çocuklarımızı mektebe gönderiyoruz, zulüm edesiniz diye değil. Bir daha torunlarıma dokunan olursa okulu yakar, tasa etmeden elimi de belime koyar seyrine bakarım.” Gerçekten çok öfkeliydi ve nenemi yatıştırmaları zaman aldı. Gelirken yol boyunca bize kızdı; ona söylemediğimiz, sessiz kaldığımız ve hakkımızı aramadığımız için. Birkaç gün okulun çevresinde gezindi. Sonrasında da aksatmadan bütün veli toplantılarımıza geldi.

Hüseyin Öğretmen, ablam ile beni neden sevmemişti? Neden en çok ikimizi dövüyordu? Ablamla durmadan bunu soruyorduk birbirimize. Sonraki yıl, Kürt olduğumuzu, farklı olduğumuzu öğrendiğimde anladım neden o kadar çok dayak yediğimizi. Sınıfta Kürt olarak sadece ikimiz vardık. Peki, Kürt olmak kötü bir şeyse neden annem ve babam bizi Kürt yapmıştı? Babam Kürt diye mi dövmüştü annemi? Ama kendisi de Kürt’tü, bütün ailemiz gibi.

Büyüdükçe öğrendim… Çocuk aklımın cevabını bulamadığı bütün soruları hayat yanıtladı. Ama bu yanıtlar yaraları iyileştirmiyor. Başına gelenleri zamanla unutuyorsun, unutmasan da büyüyünce geçiyor. Ama ben, yakın zamana kadar annemin acılarının yasını tuttum. Birkaç yıl önce eskilerden konuşurken anneme söyledim bunu. Annem şaşırdı. Çok üzüldü. Sanki o yıllar onun ömründen geçmemiş gibi umursamazca bana baktı:

“Ben unuttum geçmişi, hatırlamıyorum bile. Hayat suya yazı yazmak gibidir kızım. Neden yük ediyorsun kendine, benim bile hatırlamadığım şeyleri? Unut gitsin. Bak, geçti gitti hepsi. Söz ver bana, çıkaracaksın zihninden…”

Çok emindi sesi. Bense emin olamıyordum acılarını unutmuş olmasına. Gerçekten unutmuş muydu onca yoksulluğu, örselenmeyi, kırılmayı? Ya da nasıl başarmıştı? Çayını yudumlarken yüzünü inceledim. Dinginlik vardı bakışlarında ve bağışlamanın verdiği kudretin ışıltısı.

Tebessümle dizime koydu şefkatli elini.

“Geçmişi azad etki, geleceğin azad olsun, ruhun huzur bulsun. ”

Sonra önüme çay bardağını ve kuru üzümleri sürdü. “Haydi, güzel şeylerden konuşalım. Umutlu şeyler… Mesela geleceğin ne kadar güzel olacağını anlat bana.”

Bir dahaki yazı da görüşmek umuduyla…