Uzun zamandır gözümün arkasında sakladığım, bir metafor var. Sanatçıya dair bu metafor şöyle: Sanatçı, dünyayı önüne koymuş, seyrediyor. Dünya, sanatçıdan bağımsız, kendince dönüp duran yuvarlak bir nesne. Sanatçı kişi, merak ve hayret dolu bakışlarını bu garip nesnenin üstünden saniye olsun ayırmıyor. Ve zihnindeki en eski sorular, yüzlerce cevaba rağmen, yeniden ve daha şiddetli doğuyor.

“Bu gördüğüm ne? Bu gördüğüm apaçık şeylere gerçek mi, hayal mi diyeyim?”

Batı sanatçısı bu gördüğü şeye Antik Yunan’dan Fransız İhtilali’ne kadar baktı. XVI. ve XVII. asırdan sonra da o dönüp duran şeye dokundu. Bu dokunuşlar sayesinde “özne” doğdu. Betimleyen özne olarak artık nesneyi parçalamaya hazırdı. Ulus Baker bir makalesinde Batı tıbbını kesme, dikme ve delme; Çin tıbbını da uzaktan, yakma, akupunktur olarak geneller. Bizde de merhem ve dağlama yaygındır.

Batı’da asırlar süren bu seyir elbette kendini “resim, heykel, mimari, roman ve sonunda sinema” olarak gösterecekti. Burjuva sınıfı da sözünü ettiğim seyir zevkini sahiplenen ve o dokunuşları saygıyla karşılayan ilk sınıf oldu.

Bu noktada dünya insanını iki medeniyet çizgisine iten şeyin ne olduğunu sormak lazım. İnsanın gelişen, geliştiren bir canlı olduğu bilgisi tartışmasızsa eğer, insanın neyi değişti de böylesine kutuplar oluştu? Zor bir soru. Antropolojik açıdan bakıldığında, insan bedenindeki her uzuv en yetkin halini almak ister. Ama insan bedenindeki bu yetkinlik elbette eşit değil. Dücane Cündioğlu’nun, Batı için “göz” medeniyeti; Doğu için “kulak” medeniyeti demesi bundan olsa gerek. Detaylara inersek, ilginç keskin saptamalara varabiliriz ki bunlar da tartışmaya açıktır.

Göz için iradeli diyelim, kulağın edilgenliği söz konusu. Göz etkendir. Işık dediğimiz şey önce Batı’ya lazım oldu ki ampulü icat etti. Doğu mumla yetindi. Hatta tek mumla. Doğu, eşya üzerinde egemenlik kurmaya kalkmadı. Evlerin içine ve dışına bakılınca fark edilir. Detay ve süs yoktur, varsa kabacadır. Tabiattan alınan neyse, aşağı yukarı tabiattaki haliyle durur. Doğu’da herkes susar, bir kişi dinlenir. İnsanlar birbirine “dinle” diye bağırır. Evde, sokakta, okulda, camide işler dinleme biçiminde yürür. Eğitim sistemleri dinleme üzerine kurulmuştur. Söz, davranıştan etkilidir. Sözle davranış arasındaki çelişki görmezlikten gelinebilir. Bunların yanında şiir ve müziğin Doğu’da güçlü olması da kulakla ilgilidir.

Doğu medeniyetinde şüphe duyulan ender şeylerden biri gözdür. Göz bedendeki en tehlikeli uzuvdur. Günah oradan girer. Kısıtlanması, bazen cezalandırılması gerekir. Göz kin saçabilir, kenafirdir, kemdir. Göz gerçek için yetersizdir, kalp gözü, gönül gözü gerekir. Nazara da dikkat etmeli, bazı göz renkleri fenalık yayar. Gelinlerin duvakları vardır, yüzlerini örter. Başını öne eğmek, aslında gözün utancıdır. İnsanlar gözlerden kaçarak yaşar. Çevrenin kirlenmesi, bozulması göze batmaz. Beton ve tuğlanın ahengi gözleri mest eder. Ama göz göze gelmenin tehlikeleri olabilir. Dik dik baktığı için ölenlerin haberlerini duyarız. Bir hayvan kurban edilirken gözleri bağlanır. Kadınları, bazen gözleriyle yiyen erkekler olur. Bunları görünce görmezlikten gelmek en iyisidir. Aşkta da ilginç bir durum vardır. Aşkı göz başlatır. Ama Doğu’da bu çok hızlı gerçekleşmek zorundadır. Anında âşık olunmalı ve aşkın en şiddetli biçimine varılmalıdır. Çünkü göze ayrılan süre pek azdır. Yıldırım aşkından başka çare yoktur.

Orhan Pamuk “Benim Adım Kırmızı” romanının 101. sayfasında şöyle bir cümle kuruyor: “Körlük, Şeytan’ın ve suçun giremeyeceği bir mutlu âlemdir.” Bu cümle, bir nakkaşın ağzından çıkar. Nakkaşların ömürlerinin sonunda kör olma arzusu içinde olduklarını okuruz. Körlük Doğu’da bir çeşit arınma, saflaşma ima eder.

Şimdi, o dönüp duran tuhaf kürenin karşısında Doğu sanatçısının halini düşünelim. Tüm cemiyetini kafasında yaşayan bu insanın ızdırabı dayanılmazdır. Asırlarca o yuvarlak nesneyi sadece duymasına izin verilmiştir. Seyretmesi yasaktır, dokunmak ölümcüldür. Ondan bir tekrarlayıcı, bir hatip olması istenmiştir. Mevlana her ne kadar “Kulak eğer gerçeği anlarsa gözdür” demişse de çağımızda kulağın duyduğu sesler, büyük oranda gözden gelmektedir. Üstelik gerçek duyulmaz, ya görülür ya da görülemez. O halde, bir sanatçının ilk problemi gerçek olmalıdır ve eklemek gerekir ki gerçek, giz doludur, kaypaktır ve de her zaman gerçeğin yeniden fethedilmesi gerekir.(1)

Tanzimat’tan beridir Türk yazarının gerçekle ilgilenen bir gözü var şüphesiz. Ama bu gözün iki temel kusuru vardır. Birincisi cemiyetini Batı’dan aldığı gözle görmüştür. İkincisi ise gözü, umumi olandan hareket ederdi. Bu gözle ancak “düz gerçek” diyebileceğimiz, derinliksiz, donuk bir gerçeğe ulaşabilirdi. Dahası onu yükseklerden bakan, doğrularını cemiyette arayan bir öğretmen olmaya zorladı. Edebiyatın içindeki edeple yetindi. İnsanı edepli ve edepsiz şeklinde ikiye bölmekten öteye götüremedi.

Sanatın amacı anlamaksa sorular sorup problemler inşa etmeden bu yapılamaz. Dünya edebiyatının klasik diye adlandırılan eserlerinin ortak özelliği bir sorudan doğmuş olmalarıdır. Dilin Belirsizliği isimli müthiş çalışmasında Gökhan Y. Demir, problem için ön şartın ihtilaflar olduğunu belirtir. Sanatçıya ihtilaflar lazımdır. İhtilafla anlaşılması gerekeni tenkit etkinlikleri çerçevesine alabiliriz. Bu olmazsa sanat tekrara düşecektir ki, Cemil Meriç Osmanlı ulemasını ve Tanzimat’tan sonraki aydınları tekrarlayıcı olarak değerlendirir. Yahya Kemal de divan şiiri için yığma bir edebiyat, demişti. Sanatta tekrar, şuurun zayıflığını, dolayısıyla geleneğin renklenmediğini gösterir. Haliyle taklit zorunlu olarak tüm cemiyetin ruhunu doyurmaya çalışır.

Dünyada okunan klasik bir eser yaratmak için büyük bir sanatçıdan önce, Ahmet Hamdi’nin sözünü ettiği “elektrikli sanat havası” nın oluşması gerekir. Türk sanatçısı, Türk burjuvazini yeterince bekledi. Müzik değişmediği için dans da değişmedi. Çok güç de olsa bu müziği değiştirecek olan sanatçıdır. Artık sanayi devrimi yapamayacağımız açıktır, din de değiştiremeyiz. Bunun yanında insanoğlunun bazı yeteneklerinin - hele bizim insanımızın - daha gün yüzüne çıkmadığını da söyleyebiliriz. Yine Ahmet Hamdi’nin ısrarla üstünde durduğu bir mesele vardır: kendi kendimizle daha fazla alakadar olma meselesi. Bu alaka, sanatçıyı kendi insanının gerçeğine, dolayısıyla kendine götürecektir.

Çağımızda artık göz ve kulak birleşiyor. Doğu ve Batı arasındaki çizgi gittikçe belirsizleşecek. Belki bir asır sonra kimsenin göremediği ve duyamadığı bir çizgi olarak kalacak. Gerçeğin dalgalanışlarını görebilen sanatçılar, zamanın sınavından geçecek ve insanlığı şaşırtmaya devam edecekler.

1.Albert Camus, Nobel Konuşması, 10 Aralık 1957

Ahmet KARAKULAK, 17 Aralık 2017