Otizmli bir çocuğun annesi olarak bugüne kadar bana oğlumla ilgili en çok sorulmuş soru nedir biliyor musunuz?

Belki binlerce kez duyduğum hep aynı cümle…

“Ona nasıl davranmalıyım?”

Üstelik çoğu zaman bu soru oğlum yanımdayken sorulur. Soruyu oğlumu incitmemek için sorduğunu zanneden, kendini “hassas” sanan kişi ne yaptığının pek de farkında değildir.

Oysa böyle yaparak onu nesneleştirmekte ve oğlum benim bir uzvummuş gibi davranmaktadır.

Kızmam, gülümseyerek kaş göz yapar “o zaten burada” der gibi oğlumu işaret ederim. Soruyu soranın ihtiyacı olan cümleleri kurmayı uygun bir ana erteler, çoğunluğun kendini “otizmin farkında” sandığını ama henüz kendi kırılganlığının bile yeterince farkında olmadığını düşünürüm.

Böyle durumlarda verdiğim cevap hiç değişmedi ama soru hâlâ sorulmaya ve yine onun yanında sorulmaya devam ediyor.

Geçenlerde bir arkadaşıma “Bana neden böyle bir soru soruyorsun?” dedim. Vereceği cevabı biliyordum. Sorumun sebebi dönüp kendi duygusuna tekrar bakmasını sağlamak ve bir sonraki cümleyi kurabilmek için ona bir kapı açmaktı. “Onu incitmek istemiyorum ya bana tepki verirse” dedi.

“Hayır” dedim, “Sen onu incitmekten çok, aslında sana vereceği tepkinin seni incitmesinden korkuyorsun. Sen aslında senin de mükemmel olmadığının açığa çıkmasından, bugüne kadar bu konuya dair hiçbir anlayış geliştirememiş olmanın o an ifşa olmasından korkuyorsun. Oysa kendinden böyle beklentiye girmene hiç gerek yok. Doğal davran, herkese nasıl davranıyorsan ona da öyle davran, vereceği tepkinin seni incitmesinden de korkma. Bırak hayat sana da küçük bir fiske atsın. Belki de gerçek ihtiyacın bunu yaşamaktır”

Elisabeth Kübler-Ross yaşam sonu bakımı, travma süreçleri hakkında çok önemli çalışmalar yapan onlarca kitabı olan bir yazar olarak konferanslara aldığı davetlerde yaşadıklarını şöyle anlatıyordu.

“İnsanlar çoğunlukla konferans vereceğim salona götürerek veya tekerlekli sandalyemi itip kürsüye çıkararak “iyi insan” gibi görünmek isterler. Fakat sonrasında genellikle eve nasıl döneceğimi bulma konusunda büyük sıkıntılar yaşarım. Böyle durumlarda onların aslında yalnızca kendi egolarını şişirmek için kullanıldığımı fark ettim. Gerçekten iyi insan olsalardı ve yaptıkları, o rolü takınmaktan ibaret olmasaydı, evime sorunsuz bir şekilde ulaştığımdan emin olmayı da isterlerdi.”

2 Nisan Dünya Otizm Farkındalık Günü. Her yıl bu tarih yaklaştıkça oğlumun ülkemde henüz insandan bile sayılmadığı gerçeğiyle bir kez daha yüzleşiyor, sahte merhamet gösterileriyle her karşılaşmamda “yine mi?” duygusuna kapılıyorum.

Koca bir yıl boyunca haklarını çiğnedikleri, yok saydıkları çocuklarımıza “Bizler çok iyi insanlarız ve onlar engelliler, yarım insanlar, merhametle yaklaşmalıyız” ikiyüzlülüğü ile verdikleri fotoğraflar içimi yakıyor.

Çünkü bu ülkedeki otistik bireyler henüz ne hak ettiği eğitime, sağlık ve diğer anayasal haklarına ulaşabiliyor ne de sosyal bir devletin vatandaşı olarak onurlu bir yurttaşın hak ettiği şartlara kavuşabildiler.

Benim oğlum da milyonlarca engelli gibi onun insan hakları meselesinin çok temelde bir noktasında durduğunu bile kavrayamamış bir toplumla baş başa. Benim için sınırsız bir hazine değerindeki varlığına dışarıdan bakarak “acayip” bulan bir toplumda ikimiz yan yana yürürken kendimi başka bir gezegende gibi hissetmeye devam ediyorum.

Bundan şikayetçi değilim, o gezegen çok güzel bir yer gerçekten. İnsan pırıl pırıl bir aynadan kendini görüyor. Sizi de bekleriz.

İleri Haber