Şu çok bilinen “Kabataş olayıyla başlayalım.

Şöyleydi: Erkeklerin belden yukarısının çıplak olduğu, eldivenli ve siyah bandanalı 80-100 kişilik bir grup yoldan geçmekte olan başörtülü ve çocuklu bir kadına sataşıyordu. Sataşmadan da öteye geçiyor, kadını yere düşürenlerden biri tutup bir de üstüne işiyordu…

Goebbels’in meşhur sözünü hatırlayabiliriz; gerçekten de yukarıdaki anlatıda yalanın yeterince “büyük” olmasını sağlayacak her şey vardır. Ancak, konumuz böyle şeylere hemen inanacak kadar saf olan ya da o derece “koşullanmış” insanlar değil. İnananlar arasında solcuların da olduğunu biliyoruz; bir de en azından “tablo bana biraz gerçek dışı gibi geldi” demek dururken, “yapmışlarsa çok ayıp etmişler, işte sol bu yüzden güçlenemiyor” diyenlerin çıktığını da gördük.  

Şimdi, Kabataş olayı gibi bir anlatıya bile inanabilecek insanlar arasından bu ülkede Müslümanların uzun yıllar zulüm gördüğünü ve “İslamofobinin” Türkiye’de ciddi bir sorun olduğunu düşünenler neden çıkmasın?

***

Bir de “hakikat sonrası” politikanın tuttuğu bir ülkede yaşadığımız unutulmasın…

O zaman, yaşadığımız söylenen “bilgi çağına” (!) da fazla bel bağlamamak gerekir. Çünkü bu bilgi çağı ya da “dijital dünya” kendi karşıt eğilimlerini de üretmektedir. Örneğin Türkiye’de Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde doğru dürüst demiryolu inşa edilmediği, örneğin Zonguldak Karaelmas Üniversitesi’nin ya da Ankara Esenboğa Havaalanı’nın 2002 yılından sonra açıldığı gibi iddiaların gerçek dışı olduğu iki üç dakikalık bir “dijital gezintiyle” öğrenilebilecekken bunu yapan pek çıkmayacaktır.

Neden?

“Hakikat sonrası politika” tuttuğu için. Çünkü hakikat sonrası politikada söylenenler belirli kesimlerin duygularına hitap eder; zaten bu politikanın tanımı da böyle yapılır. Duygulara öyle hitap edilecek ki insanlar doğru mu değil mi diye “bilgi çağının” kendilerine sunduğu imkanlara bile başvurmayacak. Çünkü duyulanlar bir yerlere dokunmakta, hitap etmekte, kimi duygu, düşünce ve yargıları pekiştirmektedir; “doğrulama” adına oraya buraya bakıp bu sihri bozmanın ne alemi var?

Sonuçta solun “halktan neden uzak kaldığına” kafa yoranlar arasından Kabataş olayına inanlar da çıkacaktır, tek parti dönemini kafaya takanlar arasından bu dönemde demiryolu falan yapılmadığına inananlar da…   

***

Peki bu ülkede Müslümanların on yıllarda zulüm gördüğüne, Türkiye’de “İslamofobinin” dal budak sardığına inananlar da çıkar mı?

Aslında bu sorunun yanıtını iki ayrı kesimi düşünerek vermek gerekir.

Eğer yukarıdaki iddialar hakikat sonrası politika çerçevesinde ele alınırsa önce bu politikanın tanımı gereği iddialara duygularıyla yönelenler olacaktır. Aslında duygudaşlık ya da “empati” mekanizması çok basit işler: (Biz) sosyalistlere ve (biz) Kürtlere bu kadar çektiren bir zihniyet mütedeyyin yurttaşa neden çektirmemiş olsun ki?

Küçümsemeyin; gerçekten bu kadar basittir: “Bizlere yapan, mutlaka onlara da yapmıştır…”

Bu, birinci kesim oluyor.

İkinci kesimde ise durum biraz daha karışıktır.  Bu kesimden olanlar öyle saf falan değildir. Belirli siyasal hesapları, kurguları vardır; hakikat sonrası politikanın gerçeklerle ilişkisinin “meşkuk” (kuşkulu) olduğunu bilseler bile bu politikanın ve söylemlerinin kendi siyasal hesapları ve kurguları açısından “yararlı” olduğunu düşünürler.

Nitekim böyle yapmaktadırlar.

O zaman çok açık söyleyip bitirelim: Liberal bir bireyin kendince önem taşıyan duyarlılık noktalarını bireysel olarak dile getirmesi, örneğin bu duyarlılıklara yönelik bir “sivil toplum kuruluşunda” çalışması ayrı, ülkeye hakikat sonrası politika uzantısı konu ve gündemlerle siyasal gelecek biçmeye kalkışması ayrıdır…

İkincisi, doğrudan doğruya siyasal saf seçme anlamına gelir ki karşılığının da ona göre verilmesi gerekir. 

(İleri Haber'de yayımlanmıştır)