Hırsla çakarım kibriti,
İlk nefeste yarılanır cıgaram,
Bir duman alırım, dolu,
Bir duman, kendimi öldüresiye,

 

(Şimdi sigaranın paketi 32,00-TL olduğuna göre tanesi 1,60-TL olur, bir nefeste yarılandığına göre bir nefes 80 kuruş olmuş vay be!)

Uzun bir aradan sonra yazıma şiirsel bir başlangıç yapmak istedim ama hayat pahalılığı bizi sürekli hesap yapmak bıraktığından iç sesimi susturamadım maalesef.

En son yazımı “oynatmaya az kaldı” başlığı ile 24 Eylül 2020’de yazmışım. Geçen iki yıl boyunca da ülkeme bakıp ha delirdik ha delireceğiz diyerek tüketmişim zamanı.

(Baktım, o tarihte dolar 7,70-TL imiş bi vay be daha)

Güzel ülkemin aklına mukayyet olmaya çalışan insanları ya da en azından hala delirmeyen küçük azınlık, nasıl hala delirmedik diye soruyor musunuz? Haberleri izleyebileniniz kaldı mı? Hem gündemden haberleri takip edip hem delirmemeyi başarıyorsanız, insan üstü bir yetenek sergiliyorsunuz haberiniz olsun.

Ben sadece haberleri tiye alarak aktaran, nispeten eser miktarda özgür olabilen internet dünyasının programcılarından öğrenmeye çalışıyorum olan biteni.

Normal TV kanallarından haber izlemek, katlanma sınırımı oldukça aşıyor çünkü. Yazı yazmak için gündeme bir göz gezdirmek gerektiğinden açtım Tv’deki haberleri, biraz gezindim. Her zamanki gibi ruhum daraldı. Aklımızla dalga geçilmesine daha fazla katlanamayıp, günümüz insanının yeni kaçış mekânı olan dijital kanallarda gezinirken buldum kendimi.

İnsan hikayeleri hep ilgimi çekmiştir. Bu sebeple biyografik filmleri severim Dilberay ve Bergen filmleri ilişti gözüme. Gerçek hayat hikayesi olması ve baş kahramanlarının kadın olması ilgimi çekmişti. Önce Dilberay’ı izledim.

Bir hayata bu kadar acı, bu kadar kötülük nasıl sığdırılır ki? Belki de doğduğu andan itibaren hayatındaki tüm erkeklerden şiddet ve kötülük gören bir kadındı Dilberay. Küçük yaşta evlendirilen, tabiri caizse başlık parası karşılığı satılan, baba dayağından kurtuldum diyemeden, koca dayağı ile tanışan, çocuk yaşta anne olması yetmez gibi o çocuklarına da hasret bırakılan, koca dayağından babaya tekrar sığındığında bir daha satılan kadın Dilberay…

İzlerken, gördüklerinize dayanamayıp, nefes almak için ara verdirecek kadar ağır acılar ile dolu bir hayat hikayesini konu alıyordu film. Dilberay, bu ülkenin acı çeken, şiddet gören milyonlarca kadınından biriydi sadece. Bir sürü kadının benzerlerini yaşadığı acıların nerdeyse tamamını hayatında toplamıştı sanki. Baba şiddeti, anne suskunluğu, çocuk yaşta gelin olması, taciz, şiddet, aldatılma… Biri bitmeden yenisi başlayan bir acı yarışı gibiydi izlediklerim. Türkü söylemek dışında onu iyi hissettiren hiçbir şey olmamıştı hayatında. O yolda ilerlemesine de erkek şiddeti ve toplum baskısı bir türlü izin vermemişti. Hayatında iyilik gördüğü çok az insan olmuştu. Ama hayatına dokunan, yolunda ilerlemesine yardım eden yine bir kadındı. Ne ironiktir ki kocasının dayağıyla dibe vururken, o kocayı doğuran büyüten annesi kaldırmıştı onu yerden. Film de etkilendiğim repliklerden biri bu kadına aitti: “Kızım ne zaman ki erkeklerin sözünün üstüne söz söyleyebilir hale gelirsin o zaman gel al çocuklarını”

Kadın, erkek sözü üzerine söz söyleyebildiği anda yapmak istediklerini yapabiliyordu. O zaman birey olabiliyordu. Öyle kolay da değildi, yetiştiğin sınırlara baş kaldırmak, şiddete baskıya rağmen ben varım diyebilmek.

Dilberay’ın kafamda yarattıkları daha bitmeden Bergen’i izlemeye koyuldum. Dilberay’ın aksine modern bir ailede eğitim alarak büyümüş bir kadındı Bergen. O şanslı idi hayatında onu koruyan kollayan güçlü bir kadın vardı. Annesi. Baba yoksunluğu buna rağmen geçmemişti. Annesi kendi hayatından vazgeçerek koruyup kollamıştı onu. Film, bu yönden bakınca, bir değil iki kadın hikayesi anlatıyordu aslında. Bergen’in yolunda giden hayatı, âşık olması ile alt üst olmuştu. Hasta ruhlu bir adam için yıllardır kazandıklarını bir bir bırakmış, kendinden başka biri olmaya çalışmış, annesine bile sırt çevirmişti. Bergen’in hayat hikayesini izlerken “kadın”ın duygu yoksunluğunun nasıl bir zayıflık olduğunu ve hiçbir tatmin duygusuyla tamamlanamadığını anlıyorsunuz bir kere daha. Babanın eksik bıraktığı o şefkat duygusunu. Kızları olan babalar, okuyorsanız beni, kızlarınızı sevgide eksik bırakmayın. Bırakmayın ki sırf şefkat görebilmek için bir ruh hastasına meyletmesin kızlarınız.

“Kadın cinayetleri politiktir” bu sözü kadın platformları dışında anlamlandırabilen pek olmaz. Muhaliflerin her kusuru devlete bulması diye basitleştirerek ciddiye de alınmaz. Ama Bergen’i izleyince bunun ne demek olduğunu o kadar net anlıyor ki insan. Bergen’in gördüğü şiddetin, göz önünde yaşanıyor olması, Yüzüne kezzap atılmasının, konserde bıçaklanmasının normalleştirilmesini ve engellemek için hiçbir şey yapılmamasını hayretler ile izliyor insan. Annesinin kızını korumak isterken ki çaresizliği içinizi burkuyor ve en nihayetinde göz göre göre gelen ölümü görüyorsunuz. Failinin cezasını çekmemesine, elini kolunu sallayarak yurt dışına gitmesine, 3-5 sene ile iyi halden serbest kalmasına şaşırıyorsunuz. Bergen hikayesinde canımı en çok sıkan adaletin yerini bulmamış olmasıydı. Yaşam hakkını koruma görevi olan devlet, bu görevini yerine getirememiş olduğu halde suçluların cezalandırılmasını da sağlayamamıştı. Annesinin, kızının ölümünden sonra topluma vermek istediği mesaj ise oldukça ağırdı. Hiç anlaşıldığını düşünmesem de müthiş bir protesto ve farkındalık içermesi yanında dipsiz bir çaresizliği de gösteriyordu. Hayatını kızını korumaya adamış ve bunu başaramadığını düşünen bir kadın kızının mezarının dışına bir kafes yaptırmış kapısına da kocaman bir kilit asmıştı. Hayatının son gününe kadar da o mezarın başında beklemiş ve vefat ettikten sonra da kızının yanına gömülmüştü. Kadına her türlü zulmü şiddeti yaşatanı, vahşice öldüreni, hapsedememiş bir adalet sitemine, ölü iki kadının, kendilerini bir kafese koyması ile tokat gibi bir cevap verilmişti. Yaşarken koruyamadın, ölümüzü de koruyamazsın demekti !

Filmin bitiminden sonra istatistikler verildi. Yıllar boyunca işlenen kadın cinayetlerinin sayısı, İstanbul Sözleşmesinden önce ve sonra olan cinayet sayıları. Bu kadar bilgi vererek, İstanbul Sözleşmesinin önemini anlaması beklenmişti izleyiciden. Belki de tüm toplumu sarmış olan korku ikliminden olsa gerek bir cümle yazabilmişlerdi bitiş jeneriğine. O cümlenin mealini ben yazayım buraya “Kendini kadın olarak tanımlayan her bireyin can güvenliğini korumayı amaçlayan Avrupa Konseyi imzalı İstanbul Sözleşmesi’nden 1 Ağustos 2021 tarihi itibariyle tamamen ayrılan Türkiye’de kadın ölümlerinin giderek artacağı karanlık bir gelecek bizi bekliyor”

Belki çok umutsuz, belki çok sert ama gerçekçi bir yaklaşım bu. Yıllardır bitmek bilmeyen kadın ölümlerini, bir türlü yerini bulmayan adaleti, yaşam hakkını korumak görevini icra edemeyen ve bunun için yasal düzenlemeleri bir türlü hayata geçirmeyen yöneticileri gördükçe başka cümle gelmiyor aklıma.

İçinizi ısıtacak bir hikâye anlatamadım belki ama 1999 yılında kadına yönelik şiddete karşı toplumda farkındalık yaratmak amacıyla BM Genel Kurulu kararı ile ilan edilen Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü bu gün.

Kadınların mutlu olduğu günler görmeyi istediğimden farkındalığımızı arttıracak birkaç kelam edeyim istedim sadece.

Yine de hayattaki kötülüklerin sonsuza dek sürmeyeceğini, Nazım’ın dediği gibi yaşanacak güzel günlerin ilerde olduğunu hatırlatan Dilberay’ın filminin son sahnesinin beni en çok duygulandıran sahne olduğunu belirterek bitireyim.

Dilberay nihayet mutluluğu bulduğu ve en büyük talih kuşum dediği adama “Herifim” adamın da ona “Hatunum” demesiyle biten sahne.

Neden mi en çok duyguyu buraya yükledim.

Onu da başka zaman anlatırım.