2017 referandumu öncesiydi. Yaşadığım ilçedeki seçmenlerin bölgesel dağılımına bakarken, kırsal seçmen oranının ne kadar hızlı biçimde düştüğünü fark etmiştim. Büyükşehir yasası öncesi köy kabul edilen yerleşimde yaşayanların oranı 2009 yılında Serdivan’ın yaklaşık % 19'u iken, sadece 8 yıl içinde bu oran % 12’ye düşmüştü. Gözüken o ki bir sonraki seçim olağan tarihinde yapılırsa Serdivan’ın kırsal mahallelerinde yaşayan nüfus en iyi ihtimalle Serdivan’ın 10’da biri kadar olacak. Önceki yazımın dipnotunda Sakarya’da ekili arazi miktarının 14 yıl içinde 3’te 1 oranında azaldığından bahsetmiştim. Yine TÜİK verilerine göre Sakarya’da bir hanede oturan insan sayısı hızlı biçimde düşüyor. Bunlar ne derece hızlı bir kentleşme ve kırdan kente göç dalgasının içinde yaşadığımızı gösteren veriler. İş gücü verilerine de baktığımızda buna paralel bir de işçileşme dalgasını göreceğimize şüphe yok. Kentleşme ve işçileşme. Yani hayatını kazanmak için çalışmak dışında bir şansı olmayan insanların kırdan göçü ve kentlerde birikmesi. Tanıdık bir hikaye.

Dünyada kentlerin tarihine dönüp baktığımızda 10 bin yıl kadar öncesine kadar gidebiliriz. Antik çağlarda döneminin uygarlık, zenginlik ve güç merkezi olan kentler, Ortaçağ’da zayıflayan merkezi otorite ve hacmi azalan ticaret nedeniyle önceki önemlerini kaybederler. Bildik anlamda geniş emekçi kitlelerin yığıldığı, büyük nüfuslu kentlerin doğuşu sanayi devrimi ile gerçekleşir. Kapitalizm, üretici güçleri geliştirirken, kırdan kentlere göç hiç olmadığı kadar hızla gerçekleşir. Engels 1844 yılında yazdığı İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu adlı kitabında Londra’yı 2,5 milyon nüfuslu daha önceki kentlere hiç benzemeyen bir kent olarak tarif eder.

Türkiye’de ise kapitalizmle ilişkilenme ve sermaye birikim tercihlerine bağlı olarak kırlardan kentlere kitlesel göçün hikayesi esasen 1950’lerde başlar. O yıllar, kırdan İstanbul başta olmak üzere büyük kentlere yoğun emek göçünün yaşandığı yıllardır. Kentlerin çeperlerinde oluşan büyük emekçi mahalleler kentin gelişimini ve dönemin siyasal iklimini etkiler. Türk Sinemasının dönem filmlerine sıkça konu olan emekçilerin yaşadığı Gecekondu Mahalleleri, solun emekçilerle daha önce hiç olmadığı kadar güçlü bağlar kurduğu yerlerdir aynı zamanda. Kente gelmiş ve sorunlarına çare arayan emekçi kitlelerin yanlarında gördükleri solcular ile güçlü ilişkileri 12 Eylül darbesine kadar devam eder. 1980’li yıllar ile birlikte değişen birikim tercihleri, kentleri ve onlara biçilen görevleri de değiştirir. Çok değerlenen arazileri ve bölgelerindeki pahalı iş gücü gibi nedenlerle fabrikalar metropol merkezlerinden civar illere taşınır. Metropoller giderek sanayisizleşir ve ‘mutenalaşır’. Bu yeni iş bölümünde Sakarya gibi, metropollerin periferisindeki kentlere düşen yeni fabrikalara ev sahipliği yapmaktır. Bu da beraberinde kente artan bir emek göçünü ve hızlı büyümeyi getirir. Sonuç kendiyle birlikte, sorunları ve çelişkileri de büyüyen, kente dair öncesinde paylaştığımız her şeyin hızla piyasaya sunulduğu bir kent içinde yaşadığımız gerçeğidir. Bizim gibi kentlerde bu piyasalaşmayı uygulayanlar kendilerini ‘Muhafazakar’ olarak tanımlarlar. İroniktir.

Kentler sadece bizlerin nefes aldığı, yaşadığı yerler değil. Tarih boyunca sınıf ve iktidar mücadelesinin, paylaşımlarının da zemini. Bir tarafta kentte üretilen her şeyde alınteri olan, dolaylı ve direkt vergileri ile ülke bütçesinin büyük bölümünü oluşturan büyük çoğunluk, diğer tarafta zenginliği ve gücü ile kentte söz sahibi olanlar. Biliyoruz. Sınıf mücadelesi salt ücret, çalışma süresi ve koşulları üzerinden üretim sürecinde yani iş yerlerinde gerçekleşmiyor. Hayatını sürdürebilmek için çalışmak zorunda olanlar, yaşadıkları kentte sahip oldukları hakları korumak, savunmak için de mücadele etmek zorunda. Çünkü günümüz kentinde paylaşılan her şey metaya dönüşme, alınır satınır hale gelme tehlikesi altında.

David Harvey kent hakkı kavramını açıklarken;

‘Kent Hakkı bir bireyin ya da grubun kentte varolan kaynaklara erişim hakkından çok daha fazlasıdır. Kenti arzuladığımız şekilde değiştirip ve yeniden yaratma hakkıdır’ diyor.

Kentlerde yaşayan, üreten çoğunluğun kente dair sözlerinin seçimde oy kullanmalarına indirgenmesi sizce acı değil mi. Üstelik hakları her geçen gün bir bir ellerinden kayıp giderken. Hangi haklar mı?

En bilinenlerden başlayalım.

Güvenceli bir işte çalışma hakkı.

Ülkenin bütçesinin büyük bölümünü oluşturan ve yetmiyormuş gibi attıkları her adımın karşılığında ödeme yapan, emeği ile geçinen yurttaşların ücretsiz sağlık ve çocukları için ücretsiz, nitelikli eğitim alabilmeleri hakkı.

İnsana yaraşır bir meskende yaşama, barınma hakkı. Sahi ilkokul çocukları arasında lojman nedir diye sorsak cevabını bilen çıkar mı?

Devletin temel işlevi olmasına karşılık sitelerde, işyerlerinde güvenlik hizmeti satın almak zorunda olan insanların güvenlik hakkı.

Sağlıklı gıdaya erişim hakkı.

Çocukların evlerinin etrafındaki arsalarda özgürce oyun oynayabilme hakkı. Nasıl diyordu Kesmeşeker ‘Metin Kurt Yalnızlığı’ adlı parçasında. ‘Futbol arsada güzel borsada değil’

Bir ağaç gölgesinde ücret ödemeden oturma yani geniş yeşil alanlarda ücret ödemeden piknik yapabilme hakkı.

Denize, göle ücret ödemeden girebilme hakkı. ‘Bu ne?’ demeyin. Tatil yapma imkanına sahip olup biraz seyahat edenler bilirler. Yakın zamana kadar halka açık plajlar artık Milli Park adı altında ücrete tabi. Hayvanlarımızın su kaynaklarından ücretsiz su içebilme, köylülerimizin tarlalarına sayaç takmadan ürünlerini sulayabilme hakkı.

İnternet gibi hali hazırda paylaşıma açık şeylerin ücretsiz olarak kullanılabilme hakkı.

Yüzyıllık tohumlarımızın patent altına girmeksizin üretilebilme hakkı.

Bir kentin bi yakasından öte yakasına ücret ödemeden geçebilme hakkı…..

Çoğaltmak mümkün. Biraz hafızanızı zorlarsanız büyük bölümünün yakın zamana kadar karşılığında bedel ödenmeyen yani ‘hepimize’ ait, paylaştığımız şeyler olduğunu hatırlayacaksınız. Peki ya şimdi? Daha fazlası elimizden gitmeden birlikte bir şeyler yapabilmenin yolunu bulmanın zamanı gelmedi mi?

Marx 19. Yüzyılın ortasında yazdığı Komünist Manifesto’da burjuvazinin üretim araçlarını hızla geliştirip dünyadaki tüm uygarlıkları kendi üretim tarzına zorlamasını anlatırken, ‘tek kelimeyle, burjuvazi kendi suretinde bir dünya yaratıyor’ diyor. Burjuvazi yaşamımızdaki her şeyi alınıp satılır hale getirerek, üstelik beraberinde yarattığı işsizlik, yoksulluk ve savaşlarla, kendi suretinde bir dünya yaratmaya devam ediyor. Kentteki işçiler, işçi sınıfının bir parçası olan işsizler, ev içi emeği görünmeyen kadınlar, yani kentin çoğunluğu da kendi suretinde bir dünya yaratmak için mücadele etmeli.

Nasıl bir dünya mı o?

Nazım’a kulak verelim;

‘selamlamaya geldim seni yeryüzü umutları adına,
bedava ekmek ve bedava karanfil adına
mutlu emeklerde mutlu dinlenmeler adına
"Yarin yanağından gayrı her yerde her şeyde hep beraber"
diyebilmek adına
evlerin
yurtların
dünyaların
ve kosmosun kardeşliği adına’