Hepimiz biliriz, annelerimiz eskiden mahallede fakir bir aile varsa yaptıkları yemekten bir parçasını ona gönderirdi. Sonra birinin ihtiyacı mı var, el birliği ile çözülürdü sorun.  Günümüzde sosyal medyada sık sık bu tarz kampanyalara rastlamak mümkün. Birçoğumuz da bir şekilde bu kampanyalara destek olmaya çalışıyoruz. Sonra da Allah kimseyi kimseye muhtaç etmesin, diyerek halimize şükredip, yardım etmiş olmanın iç huzuruyla oradan ayrılıyoruz. Aslında pek çoğumuz için çok normal bir durum bu. İnsan insana yardım etmeli.  Ancak yine hepimizin bildiği güzel bir atasözü vardır.   “Cehennemin yolu iyi niyet taşları ile doludur,‘’ diye. Ne alakası mı var?  Anlatmaya çalışacağım. Anayasamız der ki bir ülkeye vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes o ülkenin vatandaşıdır. “Eeee, yani?” diyorsunuz değil mi? Peki şimdi sormak istiyorum. Biz, zengin- yoksul hepimiz (Zenginlik ve yoksulluk bir ülkenin ekonomik tercihleri ile alakalıdır deyip ukalalık yapmak istemem ama öyledir. Bir ülkede yoksulluktan dolayı intihar edenler varsa bu, üretilen katma değerin paylaşımındaki adaletsizliktendir. Yani kişiler intihar etmiş gibi görünse de aslında sistematik bir cinayettir olanlar.) bu ülkenin vatandaşıyız ve yine anayasaya göre haklardan eşit şekilde yaralanmamız gerekiyor. Peki pratikte öyle mi? Dört kardeşin intiharı bunun en güzel cevabı aslında. 

Anayasalar devlet ve vatandaş arasındaki ilişkileri düzenler, vatandaşın devlete karşı görev ve sorumluluklarını belirtirken aynı zamanda devletin de vatandaşa karşı sorumluluklarını içerir. Şimdi bir kişinin  sağlıklı bir yaşam sürmesi için gerekli koşulları sağlamak kimin görevi? Vatandaşın mı, devletin mi? Bizler yani emekçiler hem ürettiğimiz katma değerle, hem de boyumuzu aşan vergilerle üzerimize düşeni yapmıyor muyuz sizce? Hatta geçmediğimiz köprünün, kullanmadığımız havalimanlarının dahi parasını öderken acaba bunları ne diye yapıyoruz diye düşündük mü? Okullarda bize, “Devlet vatandaşına hizmet götürmek için vergi toplar; sonra onunla yol, kanalizasyon, okul, hastane, köprü gibi halkın ihtiyaçlarını giderecek şeyler yapar,” diye anlatılırdı. Evet, devlet hükümetler aracılığı ile kimi hastane binalarını yapıyor ama içine cihaz koymayınca doğal olarak duvarların tedavi etkinliği olmuyor. Ya da okullarda fotokopi çekmek dahi paralı ve bunun parası öğrenciden toplanmak zorunda kalınıyorsa, haliyle yoksul mahallelerdeki çocuklar bunu karşılamakta zorlanacağı için, anayasal haklarından yeterince yararlanmamış olacaklar. Tabi bu arada neden fotokopi çekilmek zorunda kalındığını anlamak isteyenler, ders kitaplarına bir göz atarlarsa ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklar. Bir ülkenin tüm zenginliklerini üreten ve onun asıl sahibi olan emekçiler ürettikleri bu zenginlik karşısında bir tekerlekli sandalyeye dahi kavuşamıyor, bunun için yardım kampanyalarına ihtiyaç duyuluyorsa sizce de bu işte bir terslik yok mu? Üstelik bu yardımları yine emekçiler yapıyor. Ülke zenginliklerinden en büyük payı alan küçük bir kesim, ya bu işte hiç yok ya da sosyal sorumluluk adı altında PR çalışmaları yapıyorlar. Üstelik o emekçinin bunu ne kendisi gibi emekçilerden ne de reklama malzeme olmasına neden olan o kişilerden değil halkına hizmet sunmak için hepimizden vergi alan devletten alması gerekiyor. Bizler dolaylı vergi adı altında, aldığımız sakıza kadar vergi ödeyen, geçmediğimiz köprü ve yolların, “taahhütün gerisinde kalındı,” diye kalan kısmı cebinden ödeyen, daha maaşını almadan vergisi kesilen memur ve işçiler;  arabada sigara içti, otelde konakladı, deprem oldu, uzaktaydı, ölmedi, o nedenle geçici olarak  deprem vergisi ödeyecek, denen  bir halkız. Hala bunların karşılığında bir tekerlekli sandalye için kampanya yapılıyorsa sormak gerekmiyor mu? Bu kampanyayı yapan bizler doğru bir iş mi yapıyoruz? Bu kısa vadeli ve basit pansumanlarla ihtiyaç sahiplerinin asıl muhataplarının kim olduğunu ve hakkını elde etmek için ne yapması gerektiğini görmesini engelliyor muyuz acaba? Çünkü kişi, bir şekilde, ya kendisi ya da ailesi aracılığıyla, vergileri ve üretime katkısı ile bunun bedelini zaten ödemiştir. İtiraz edip “Efendim, vergi kaçıranlar var, herkes devlete vergisini tam ödemiyor,” diyenlere sözüm. Onu toplamak görevi bizlerin değil yönetme gücünü elinde bulunduranlarındır. Küçük bir azınlığın milyonlara varan vergi borcu silinmese hazine daha çabuk mu dolar? Bilemedim.Dolan hazineden kimin ne kadar pay alacağı konusunun asıl can alıcı nokta olduğu unutulmamalı tabi.

Yazıya ufak bir dipnot düşmeden bitiremeyeceğim. Milli Eğitim Bakanı Sayın Ziya Selçuk’a eğitim adına yaptığı büyük atılımlar için çok teşekkür ederiz. Okullarımızın ve eğitim sistemimizin en büyük problemi olan önlük sorunu çözüldü ya, artık Pisa’da en üst sıralara çıkarız, öğretmenlerin bütün özlük hakkı sorunu böylece çözülülür. Gerçi hala ataması yapılmayan yapılsa dahi aynı işi yaptığı halde “kadrolu, sözleşmeli, ücretli” diyerek aynı haklardan yararlandırmadığınız binlerce öğretmen, öğretmeni olmadığı için dersleri boş geçen binlerce öğrenci,  fotokopi kağıdını bile veliden istemek zorunda kalan devlet okulları, 4+4+4 ucube sistemi ile içi boşaltılmış ve çocuklara gelecek vadetmeyen bir eğitim sistemi yerli yerinde duruyor ama olsun. Burada Seray Şahiner’in Hepyek adlı kitabına gideyim. Bir hikâyede yaşanan her şeye karşı ‘’Atlet önemli,” diyorlardı. Ne diyelim eğitimdeki bu sorunlara rağmen önlük önemli.