Birçoğumuz mezarlıklardan geçerken ürpeririz. Belki ölümü, belki de yok olma gerçeğini bize hatırlattığından. Ya da küçükken dinlediğimiz masallardır buna sebep. Bu korkumuzu bastırmak için bazen şarkı söyler, bazen ıslık çalarız. Böylece kendi sesimizden güç aldığımızı düşünürüz. Oysa bu aldatıcı bir güvendir.

Aslına bakarsanız ölülerin bize bir zararı yoktur.

Neyse konumuz yatanlar değil, o mezarlıktan geçerken kendi sesine tutunanlar. Korku neler neler yaptırmaz ki insana? İçimizdeki korku büyüdükçe sesimiz de yükselir. En sonunda kendi korkumuza teslim oluruz. 

En çok da baş edemediklerimizden korkarız. Gölgelerden, seslerden, rüyalardan hatta kendi düşüncelerimizden. Korktukça sürekli sağını solunu kontrol eden bir paranoyak haline dönüşmemiz kuvvetle muhtemeldir.

Sağımız, solumuz korku ile kuşatılır. Tam bir kısır döngü içine girer, daha yüksek sesle korkumuzu bastırmaya çalışırız ama korkumuz bizi zehirlemeye devam eder. Git gide büyüttüğümüz korkumuz yüzünden, güzel olan her şeye düşman oluruz. Bir çocuğun sesine, bir müziğin tınısına, bir kahkahanın o şen haline…

Kendi sesimiz dışında her şey düşmandır bize ve tek amacı bizi ele geçirmektir. Böyle olunca da bir yolun ortasında bas bas bağıran, kendininkinden başka hiçbir sesi duymayan bir ucubeye dönüşürüz. Tepeden tırnağa nefret dolarız. Öyle ki hiçbir şey söylemesek de sessizliğimizle bile avaz avaz nefreti haykırmaktayızdır artık.

Tabi herkesin korkusu kendi meşrebine göredir.

Kimileri söylediği yalanların ortaya çıkması kâbusuna yenik düşer. Başlangıçta küçük küçük olan yalanlar sonra birbirini besleyerek devasa bir canavara dönüşür ve insan artık gerçek ile yalanı ayıramaz hale gelir. Çünkü her yalanı bir başkası ile kapatmak zorundadır. Ama bir de yalanlar açığa çıkarsa işte o zaman... En büyük korku…   İnsan bu kapanda öyle bir hale gelir ki artık doğru söyleyenden nefret eder, hatta onun da yalan söylediğine inandırır kendini. En nihayetinde “Herkes karşısındakini kendi gibi bilir” derler. Bu kabustan kurtulmak için ise insan her yerde , her an bağırmaya başlar. O bağırdıkça gerçeklerin sesinin duyulmayacağına inanır çünkü.

Ah ne büyük yanılgıdır bu.

Ama gerçekler inatçıdır, er ya da geç ortaya çıkar. Hiç kimse gerçekleri sonsuza kadar saklamayı bugüne kadar başaramadığı gibi bundan sonra da buna kimsenin kudreti yetmeyecektir.

Benim güzel insanlarım unutmayın ki güneş eninde sonunda yüzünü gösterir; yalandan oluşan dağlar kar misali erir gider. Her yer bahara döner, kuşlar cıvıldaşır, gürül gürül akan sular temizler bu dünyanın kiri pasını. Yepyeni ve korkulardan uzak, herkesin aynı göğün altında yüreklerinin seslerini dillendirdiği dünyayı biz yaratırız ellerimizle. 

Umutsuzluk yakışmaz bize. 

Biliriz gölgeler, dokunamaz bize. 

Uzak değil o günler, yeter ki ustanın dediği gibi  ‘’Kararmasın yeter ki sol memenin altındaki cevahir.’’(*)

*Nazım Hikmet