Aslında daha önce yargılanıp ceza almıştı. 1925'te Ankara İstiklal Mahkemesi'nde, "komünistlik teşkilatlanması ve propagandası yapmak suretiyle hükümet şeklini değiştirmek" suçundan İstiklal Mahkemesi'nde Nâzım Hikmet de gıyabında yargılanmış, 15 yıl kürek cezasına çarptırılmıştı. Başka bir davadan da 3 ay hüküm giymişti. 

Aranıyordu. Sovyetler Birliği'ne kaçmayı başardı. Hükümet 1926'da Ceza Yasası'nı değiştirdi, böylece 15 yıllık ceza, bir yıl hapis cezasına düşmüş oldu.

Nâzım, sonrasını 5 Ekim 1928 tarihli Cumhuriyet gazetesinin birinci sayfasında şöyle anlatıyor:

"Buradaki gıyabi mahkumiyetlerimi temize çıkarmak için geldim. Memlekete hareketten önce resmen sefarete müracaat ettim. Bir buçuk sene bekledim. Hiçbir cevap çıkmadı. Bunun üzerine herçibadabad gelmeye karar verdim. Hopa'da bizi yakaladılar..."

Nâzım yalnız değildi, "Laz" İsmail'le (Bilen) beraberdi. Sonradan TKP genel sekreteri olacak olan İsmail Laz değildi, sonraki yıllarda, bu lakabı kendisine polisin taktığını söylemişti; Hemşinliydi (Çamlıhemşin'den).

Nâzım 1923'ten beri Türkiye Komünist Partisi üyesiydi. O da, İsmail de, aslında, TKP'nin yurt dışındaki partililerin yurda dönmesi kararı uyarınca hareket etmişlerdi. Bu karardan muhtemelen devlet de haberdardı.

Peki nasıl yakalandılar?

Nâzım ile İsmail 1928 Temmuz sonunda Sovyetler Birliği/Gürcistan sınırından kaçak olarak girdi Türkiye'ye. 

Büyük ihtimalle Borçka'ya bağlı Maçahel'den sınırı geçtiler. Burası tam sınırın dibindedir, geçmek işten değildir. Zamanımızda bile, yolların kapandığı kışın özellikle, hamile kadınların, doğum sancıları tuttuğunda, sınırın öte yanından Batum'a indirildiğine dair haberleri görmüşsünüzdür. 

Kaçaklar buradan Borçka'ya varıp, Murgul'a doğru devam ettiler. Bugün bile kullanılabilecek bir güzergâh. 

Murgul ilçesine varmadan, muhtemelen Başköy üzerinden Arhavi'nin köylerine doğru indiler. Bu köylerden birinde belki birkaç gün saklandılar, bilemiyoruz. Bu yönde bir söylenti var, ama video çekimi için Esra Yalçınalp'le Nâzım'ın yakalanış hikâyesinin izini sürerken, bu söylentiyi doğrulayabilecek sağlam bir bilgiye ulaşamadık.

O köyleri Hopa'nın sahildeki iki köyüne bağlayan patikalar var. Bunlardan birine girdiler ve Hopa'nın Peronit (Çamlıköy) köyüne indiler.

******

Nâzım'la İsmail'in amacı Hopa'ya ulaşmak, oradan vapurla İstanbul'a geçmekti. Hopa-İstanbul arasında haftada iki vapur seferi vardı.

Yürüyerek Peronit'e vardıklarında, önünde gösterişli iki ıhlamur ağacı salınan kahvehaneye yöneldiler, Piroğlu Mustafa'nın kahvehanesine. Tek katlı, üçgen çatılı, karataştan bir yapıydı bu. Nâzım'la İsmail biraz dinlenecek, Temmuz sıcağından ıhlamurların, kahvehanenin serinliğine sığınıp nefesleneceklerdi.

"İyi ve temiz giyimli" yabancılar, "Kahve var mı?" diye sordu.

Peronitliler, "Buyrun", diye karşıladılar, "kahve de var, çay da var."

Başladı böylece kahve muhabbeti. Muhabbete katılanlardan biri Sabri Çiçek'ti, bu yakalanma hikayesini de bana o anlatmıştı. Sabri Çiçek'i bulmam hiç zor olmamıştı, annemin dayısıydı.

*******

Sabri Çiçek 1906 doğumluydu, yani Nâzım Hikmet Hopa'ya vardığında 22 yaşındaydı. 

Okuma yazma (eski yazı) bildiği gibi, Rusça da biliyordu. 

Çiçek ailesi Batum'da, Gudauta'ta ticaretle uğraşmıştı. Hopa'da büyükçe bir manifatura dükkanı, Peronit'te de bir küçük dükkanları vardı. 

Peronit'tekinin başında Sabri Çiçek duruyordu.

Özellikle sınır bölgelerinde o zamanlar şüpheli durumları, şüpheli kişileri emniyet teşkilatına bildiren gönüllüler, muhbirler vardı. 

Uyanık bir genç olan Sabri Çiçek de onlardan biriydi. Kahvehane muhabbetinde kuşkularının peşindeydi bir taraftan, bu iki yabancıyı konuşturuyordu. Ücra bir köyde iki yabancı zaten kaş kaldırıcı, ama acaba daha fazlası var mı?

"Davranışları, sorduğumuz sorulara cevapları beni tedirgin etti" diye anlattı Sabri Çiçek. Bu tedirginlikle bir sonuca varılamazdı elbet, ama iki yabancı, birşeyler sakladıklarını ele veren vahim bir hata yaptı, oradakilerin hemen farkedebileceği bir yalana başvurdu.

"Vapurla Pazar'a geldiklerini söylüyorlardı", diye devam etti Sabri Çiçek, "halbuki vapur Pazar'a uğramaz. Bindikleri vapurun adını bile bilmiyorlardı. Şüphelendim, nüfus kağıtlarını göstermelerini istedim. Biri Artvin'in Yusufeli ilçesinin Barhal nahiyesinden verilmiş görünüyordu. Öbürü ise Artvin'in Borçka ilçesinin Maçahel köyünden. İsimleri hatırlayamıyorum. Galiba İsmail Bilen'in adı Yusuf olarak geçiyordu."

O zamanlar Peronit'te bir gümrük muhafaza memurluğu vardı. Sabri Çiçek, gidip durumu onlara bildirdi, Piroğlu Mustafa'nın kahvehanesine döndü.

Kuşkulanan bir tek Sabri Çiçek değildi tabii, Nâzım'la İsmail de bu kahve sorgusundan, sorguyu asıl yürüten Sabri Çiçek'in gidip gelişinden kuşkulandılar. Sabri Çiçek'in şu lafı da bunun kanıtı sayılabilir:

"İki arkadaş beraber öyle içli bir türkü söylemeye başladılar ki, gözlerim yaşardı, az kalsın ağlayacaktım, neredeyse bırakacak duruma geldim."

Sonra muhafazalar, jandarmalar geldi. İki yabancının üstlerini aradılar; dürbün, fotoğraf makinesi, harita buldular.

****

Nâzım, parmağıyla Sabri Çiçek'e parmağını sallayıp "Tüccar, tüccar, bizi sen yakalattın" dedi.

Yazının tamamını okumak için tıklayın...

(Mustafa Alp Dağıstanlı Gazeteci)