1.Bölüm

“Ben deli değilim… Sadece yorgunum. Bu evin kasveti yoruyor ruhumu. Bu puslu orman, bu karanlık odalar basıyor beni…”

“…”

“ Bilmem mi, eserli olduğumu söyler dururlar. Çocuklarıma bakarak olmadığımı, heç bi işi tamama erdirmediğimi, hep uyuduğumu… Bilmem mi, biliyom tabi.”

Meryem, daha bir hafta önce, halden anlamaz kocasının hoyratlığı yüzünden acılar içinde kıvrandığı zifaf yatağının üzerinde oturmuş, kendisini savunmasız bir çocuk edası ile dinleyen yeni eltisinin ayaklarının dibinde otururken yalvaran sözlerinin ikna ediciliğini yetersiz bulmuş olmalı ki; avuçlarının içine aldığı ellerini sarsıyordu söylediği her cümlenin başında.

“ Yalan değil, hep uyuyom. Halbisem kimse bilmiyor, kimse sormuyor geceleri değil de, neden gündüzleri uyuduğumu… Sorarlar mı heç, sormazlar. Bir Allah’ın kulu sormaz. O ne derse ona inanırlar.”

Yatağının üzerinde oturan gelinin ellerini bırakmadan Üsküp dokuması halının desenlerinde gezdirdi bedbaht bakışlarını.

“ Bildim ben, sana da dediler demi aklımın gel gitli olduğunu… Sende deli biliyon beni hemi?”

“Estağfurullah abla o nasıl söz?”

“ Ah elleri kınalı gelin, sen bilmiyon. Çocuklarımı çaldı, analığımı aldı elimden. Herifimin yüzü hiç bana dönmedi. Neden? Hep ondan sebep… Bırakmadı kadınlık bile yapayım…”

Sonra kafasını kaldırıp tavanın tahtalarına çığırdı isyanını.

“ Ben mi istedim ki kadın olayım? Ben mi istedim ki karı olayım?

Terli ellerini çekti şaşkın bakışlar arasında onu izleyen taze eltisinin ellerinden. Dizlerinin üzerinde doğrulup ayağa kalktı şaşırtıcı bir çeviklikle. Tıkış pıkış sığdırılan mobilyaların üzerindeki dantellerde, sıralı yastıkların belini süsleyen kanaviçelerde gezdirdi ellerini. Eltisine bakmadan uzaklarda gezinen sesiyle mırıldandı.

“Daha yeni gelinsin, hele zaman geçsin, ballı lokmaların tadı silinecek ağzından. Hele bu ömrü kayıp duvarlarda ismin eskisin, Ekrem tohumunu bıraksın rahmine o vakit soracaksın kendine; bu köhnede aklını başında tutmak ne yaman işmiş diye.”

Kendisinden epey büyük eltisinin tahtalarının eksik olduğunu, bütün gününü bitkin bir halde yatakta geçirdiğini kısa nişanlılık süresince çeşme başında edilen sohbetlerde dinlemişti Asiye. Kadının tuhaf bakışlarından ürkse de korktuğunu belli etmemek için bir şeyler geveledi.

“Abla niye böyle lakırdılar ediyon ki? Allah’a şükür üç çocuk getirmişsin dünyaya. Darlanır insan, vesvese basar, ne bilem sıkıntı yürür içine. Deli mi olunurmuş uyumakla? Valla ben öyle bellemedim seni.”

Tekrar oturdu körpe gelinin dizlerinin dibine. Bileklerine kadar kınalı ellerini tuttu heveslice. Gözlerinin en derinine sapladı bakışlarını.

“Yok, yok deli değilim ben. Bak sen de anladın hemencik. Deli olur muyum heç? Değilim tabi. ”

Sesini alçaltarak yaprak gibi titreyen geline doğru yaklaştı;

“ Gelinliğin nerde gelin?”

“ Dolaba kaldırdım abla.”

“ Öteberisini yokladın mı, sağlam mı?”

İkisi de kuşkulu gözlerle birbirlerine baktılar bir an.

“ He, n’oldu ki?”

Meryem oralı olmadı. Aklına daha önemli bir şey gelmişçesine, ellerini dizlerine vurup yılan gibi kıvrılan boynunu ona doğru uzattı.

“ Gece su dökmeye çıkma Asiye. Arnavut Fikriye çağırdığında da çıkmayasın ha… Kocanın koynundan çıkma Asiye. Gece hiç çıkma odandan…”

Hayat memat bir sırrı vermiş gibi gururla gözlerini kırpıştırdı birkaç kere. Sonra ablak gülümsemesi dondu bir an. Gözleri yuvalarında feldir feldir döndü. Tahtakurularının delik deşik ettiği ahşap döşemelerini gıcırdatan ayak seslerine kulak kesildi. Asiye, onun sesleri dinleyen hayvanlar gibi aranan kulaklarıyla sesleri ondan önce seçebildiğine hayret etti. Aklında deli sorularla oturduğu yatağın üzerinde geriye sürükledi bedenini.

Meryem yaklaşan ayak sesleriyle telaşlandı. Ayağa kalkıp saklanacak delik ararcasına telaşla başını odanın her noktasında gezdirdi. Ayak sesleri kapının önüne gelince durdu. Meryem, yatağın üzerinde kıpırtısız oturan Asiye’e sus işareti yaptı.

Onlarla beraber kapının önündeki ayak sesleri de sustu. Ayak seslerinin sahibi bir süre kapıda eyleşip aynı aheste adımlarla sofayı gerisin geri yürüdü. Yeni eşya kokusunun boğucu ağırlığında iki elti birbirinde kalmış gözlerini çekmediler kapanan kapı sesini duyulana kadar.

“ Aman deyim Asiye, seni delirtmesine izin verme… Geceleri su dökmeye çıkmayasın zinhar…”

Kapıdan süzülürcesine çıkana kadar başını sallamaya devam etti.

Asiye

Komşu köyden görücüler geldiğinde yüreği pır pır etti Asiye’nin. On dokuzundaydı ve akranlarının çoğunun evlenip çoluk çocuğa karışmasıyla evde kalma korkusu sarmıştı hayli zamandır. Düğünlerde, fındıklıkta, köy yerinde bir kerecik görmeyle gönül geçirdiği tüm erkekler everip gitmişti. Köydeki birçok yaşıtının kınasında kendi başında döneceği günün hayallerini kurarak kına tepsileri döndürmüştü.

Asiye bunu pek üstüne alınmasa da köyde patavatsızlığı ve gevezeliği ile bilinirdi. Görücüler geldiğinde kendi kendine söz verdi.

“ Ne gevezeliğim varmış, te oradan. Eversin babam beni, öyleyse de tutarım dilimi azıcık. Hele eversin, dilsiz de olurum, sağırda. Kocamın ve kaynanamın lafının üzerine tek kelam etmem. Evinin hanımı, acar bir gelin olurum. Bütün köy görsün nasıl gelinlik edilir. Babam bi he desin yeterki.”

Kapı aralığından oğlanı gördüğünde Fatiha’yı beklemeden, gelin güvey oluverdi kendi gönlünde. Eltisinin eserli olduğundan, kaynanasının meymenetsiz olduğundan bahsedenlere kulaklarını tıkadı. Söz gecesi uyku yerine kuracağı güzel yuvanın hayallerine daldı. Eltisini önemsemiyordu, ne de olsa deliydi. Kısa nişanlılık süresince bir iki kez bostanda, bir kere de köydeki bir düğünde gizli saklı görüştüler sözlüsü ile. Düğün günü gelip çattığında heyecanından, hevesinden eser kalmadı, gerdek gecesinin korkusu gelip oturdu göğsünün üstüne. Düğün dağılıp herkes evine yollanınca, hiçbir şeyin düşlediği gibi olmadığını yaşayarak gördü. Kendisi için dehşetten farksız bir gece geçirdi. Ertesi gün de sonraki gün de korkusu ile beraber yaşadığı ızdırap da katlanarak arttı. Bağırışları ormanın karanlığındaki evin köhne duvarlarında yankılandı kaç gece. En sonun da kaynanası oğlunu gelin odasından birkaç gün uzak tutmakta buldu çareyi. Önce kendisini koruduğunu düşünüp kaynanasına sıcak bir minnettarlık besledi. Sonraki gün avluda çamaşırın başındayken, önündeki leğene çamaşırları atışını görünce kafasını kaldırıp baktığında, kaynanasının onu ayıplayan, soğuk, kibirli bakışları ile karşılaştı.

O, derdi ile cebelleşirken ertesi sabah eltisi çıkıp geldi odasına. Aklının almadığı sözler söyleyip çıkıp gitti yanından. Korkmadı değil, ödü önüne düşmüşçesine korktu. İçine karanlık kuşkular da düştü. Ama sonra düşünüp taşındı. Kaynanasına söyleyecekti eltisinin lakırdılarını. Kendince göze girecek ve kaynanasının gıymatlı gelini olacaktı.

Daha bir haftalık gelin Asiye, hemen aynısı gün gidip eltisinin hallerini söyledi Arnavut Fikriye’ye. Fikriye Kadın sırtını sıvazlayıp gönderdi onu. Asiye günün sonunda kahır içinde yaptığı hatayı anladı. Kaynanası, Meryem’i sürüyerek evin arkasındaki karanlık odunluğa kilitledi. Günlerce görmedi eltisini. Kimsenin günlerdir sofraya gelmeyen, ortalarda görünmeyen Meryem’i sormamasını garipsedi. Ne kocası, ne kaynatası ne de kayınları; kimse sormadı Meryem nerede diye. Zaten kaynatası sabah ezanı ile çıkıyor gece yarısında doğru anca geliyordu işten. Neredeyse yok gibiydi evdeki varlığı. Evde olan birçok şeyden Osman babanın haberi olmadığını zamanla daha iyi anlayacaktı Asiye.

Osman

Tepeye kurulu köyün aşağısında, şehre uzanan yolu gören ev, vadinin en kuytusundaki koruluğun arasından ancak seçilebiliyordu. Bir Laz ustanın kendisi için yapıp, sonradan Makedonya göçmeni olan Osman’a satmasının üzerinden geçen onlarca yıl içinde ev kireç yüzü görmedi. Rutubetten sıvaları kabaran duvarları her gördüğünde “ bir badana vurmak lazım” deyip durduysa da bir türlü eli ermedi. Sonraki yıllarda da girdiği kapıdan ibaret gördü evi. Bahçeyi çevreleyen derme çatma çit, çalılıklar ve yabani sarmaşıklarla yeni bir biçim almış, diz boyu uzanan otlar, her daim kapalı perdeler, eve kimsesizlik havası veriyordu. Çok nadir olsa da, ormandan ağaç yüklenmeye giden köylüler, yol ayrılıp evin yanından geçerken ağaçların arasından beliren evin görüntüsünü, en az geceki hali kadar ürkütücü bulurlardı. Köylülerin bayramda seyranda ancak yüzünü görebildiği Osman, her gün sabahın beşinde pusun içindeki evden çıkıp üç kilometre yol yürüdükten sonra istasyona ulaşırdı. Bindiği trenle çalıştığı tersaneye kadar bir saat yol gider, gece yarısına doğru yılgın omuzlarla geldiği evin kapısından içeri süzülürdü.

İşe gidip gelirken yürüdüğü yolu ve tren yolculuğunu severdi Osman. Pencereden gördüğü evleri izlerdi. Sanki göçmenliği bu pencere eşiklerinde beklerdi onu. Cam kenarına her oturuşunda yeniden kanardı sızısı. Yol boyunca üst üste, küçük kutucuklar gibi dizili derme çatma evlerin içini görebilmeyi dilerdi. Hep o evleri ve içinde yaşayan insanları düşünürdü kendinden çok. “Mutlular mıydı? Dertleri, tasaları var mıydı? Çoğu kahvaltı sofrasındadır şimdi. Çocuklar babalarının dizlerinin dibine oturmuş, evin hanımı sobanın üzerinden çayı indiriyordur…” Arada bu evlerden daha az tanıdığı kendi evine, kendi ailesine dönerdi düşünceleri.

Otuz yıl önce bu evi alırken hiç böyle hayal etmemişti. Kıt kanaat biriktirdiği parayı Laz ustanın eline sayarken bahçeye çeşit çeşit sebzeler, çiçekler dikmeyi, evin kapısından çite kadar taşlık yol yapmayı aklının bir kenarına yazmıştı. Bahçeyi çevreleyen birkaç ağacı kesecek güneşe yol verecekti. Memleketteki baba evinin bahçesinde olduğu gibi, köşeye afilli bir çardak yapacaktı. Doğacak çocukları ve sonrasında olacak torunları ile savaştan uzak, kederden azad yıllar ümit etmişti, evin kireç kokan boş odalarını gezerken. Şimdi ise kimsenin yüzünü doğru düzgün gördüğü yoktu. Oğlanların horultusunu duymasa, evde karısından başka yaşayan yok sanabilirdi. Gemilerde çalışmaya başladığından beri, kendisinin eve girip çıkan bir hayaletten farksız olduğunu düşünüyordu çoğu zaman. Pişman mıydı, bilmiyordu. Mutlu muydu onu da bilmiyordu.

Balkan harbinde yaveri olduğu subay yol göstermişti ona.

“ Ufukta huzur yok Makedonya için. Artık kendi toprağımızda muhacirlik bekler bizi. Kara bulutlar çökmeden yola düşmek lazım gelir. Osman oğlum, beni dinlersen ananı babanı kardeşlerini al, İstanbul’ a doğru koyul. Çalışkansın Allah var, her şeyi yoluna koyarsın. Bu toprakların kana doyacağı yok. Göç yolları hazindir, ama ölümden yeğdir. Var git İstanbul’a… Nasipte ölüm yoksa buluruz birbirimizi, vardır bizimde elimizden gelen.”

O da öyle yapmıştı. Amcaları ve kardeşlerinin her biri gâvur memleketleri Almanya, İtalya ve Amerika’ya doğru yol tutmuş, o ise komutanını dinleyip anası ve babası ile yönünü İstanbul’a çevirmişti. Balkanlar’dan İstanbul’ a sürgünden farksızdı bu zorlu yolculuk. Açlık, sefalet, hastalık ve nice beladan sıyrılıp varmıştı İstanbul toprağına.

Vatan hasreti, ömür boyu hiç kapanmayan bıçak kesiği bir sızı olarak kaldı yüreğinin saklısında. Hamal pazarında hoşbeş ettiği Laz ustanın öve öve bitiremediği Adapazarı’ndaki bu köye yerleşmeye karar verdi aylar sonrasında. Buradan evlendi kendisi gibi Arnavut göçmeni bir ailenin kızı ile. Bir yıla varmadan yaşlı anası ve babası peşi sıra göçtüler, geride durmadan anlattıkları memleket hikâyelerini bırakarak. Karısı Fikriye “sıla hasretine dayanamadılar, gurbetlik marazı aldı canlarını” dedi durdu. Bir süre sonra o da buna inandı. Epey zaman inşaatlarda amelelik yaptı. Nice sonra arayıp bulduğu komutanının yardımıyla bir tersanede iş buldu. Aylığını alır almaz getirip Fikriye’nin eline saydı. “Fikriye biriktirsindi. O baksındı kazancına da ocağına da.” Eli sıkı, cin gibi kadındı Fikriye. Günü geldiğinde doğacak çocuklarına bu para ile ev yapacaktı.

Karısının üç gebeliği de hüsranla sonuçlandı. Köy imamının ve köylülerin hoşnutsuzluğuna aldırmadan ölen çocuklarını, bahçe çitinin biraz ilerisindeki koruluğa gömmesini doğru bulmasa da karısına ses etmedi. Kırkları çıkmadan ölen çocuklarının ardından biri kız, dört çocukları oldu. Hepsi kırkını çıkarana kadar Osman çocuklarını kucağına almadı, yüzlerine bakmadı.

Onca yıl nasıl da geçti, çocuklar nasıl da büyüdü anlamadı. İlk oğlu Salih’in evlenme yaşı geldiğinde gemilerde beraber çalıştığı bir ahbabının aracılık etmesi ile Adapazarı’nda kendileri gibi Arnavut göçmeni olan hali vakti yerinde hatta varyetli denilebilecek bir ailenin kızına talip oldular. Kendilerini bu varsıl aileye yakıştırmasalar da “verenin bir yüzü vermeyenin iki yüzü” deyip yine de istemeye gittiler. Kolayca kızı vermeleri kendisi kadar karısını da şaşırttı. Düğüne yakın anladılar kızın hasta olduğunu. Nişanı atsalar mı bilemedi önce. Sonra karısının;

“Söz mü atılırmış heç, iyileşir elbet. Gör bak, Salih’imin altına yatsın, kalmaz bişeyciği. Sen tasa etme, hal çaresine bakarım ben” demesiyle kararsızlığından sıyrıldı.

Ama gelin iyileşmedi. Çocukları olduktan sonra daha da kötüye gitti Meryem. Osman, “mukadderat” deyip geçse de içten içe üzülürdü gelinin bu haline.

Meryem

Makedonya’dan göçüp yeni vatanda yeniden kurulan hayatın ilk meyvesiydi Meryem. Sağlam köklerle, geldiği topraklara tutunmak isteyen babasının ilk hayal kırıklığı olduğunu, çetin geçen çocukluğunda öğrendi. Babası her gebelikte erkek çocuk beklerken ardı ardına gelen dört kızın ilki olmak, babasının övgüsünü kazanmak için erkek gibi davranmak, her seferinde kız olduğu gerçeğinin duvarlarına çarpmak çocuk yaşta hırpaladı onu. Son kardeşinin erkek olması ve babasının, onu olmayan erkek çocuğunun yerine koyma hevesinin geçmesiyle dipsiz bir karanlıkta buldu kendini. Bulduğu her fırsatta babasına kendisini unutturan küçük kardeşini beşiğinde öldürmeye girişti. Her seferinde anası aldı elinden. On yaşında, annesi erkek kardeşini leğende yıkarken bacaklarının arasında titreyen cinsel organını gördüğünde bütün bildikleri tuzla buz oldu. Erkek kardeşi serpildikçe onun sesi kısıdı, evdeki varlığı silikleşti. Meryem ne kız kardeşleri gibi olabildi, ne de babasının göz bebeği erkek kardeşi gibi olmayı başarabildi. Evde gölgeden farksız varlıklarıyla yaşayan dört kızdan biri olarak sancılı geçti çocukluğu ve gençliği. Adet günlerini bedenini sarsan kramplarla geçirdi. Ergenlikle beraber bayılmaları, kasılmaları başladı. Ne üfürükçüler, ne cinci hocalar, ne muskalar çare olamadı.

Meryem daha kız olmakla ilgili derdini çözememişken, babasının onu yakasından silkeler gibi kocaya vermesine içerledi. Ama ses de etmedi. Ne kendisine giydirilen gelinliği gördü, ne de bileklerine kadar sürülen kınayı umursadı. Tokmağın davula her vuruşu babasıyla, geçirdiği güzel günlerin anılarını bir bir söktü içinden. Koca evinin önüne gelip at arabasından indirildiğinde çocukluğu olmayan birisiydi artık.

Karabasandan farksız geçen gecenin ardından, yoksulluğa açıldı odasının kapısı. Fakir kahvaltı sofrasının etrafında ona kaçamak gözlerle bakan asık suratlı, suskun bir sürü erkek oturuyordu. Kadınlarla dolu baba evinin tersine bu evde çok fazla erkek vardı. Köyün dışında, koruluğun karanlığındaki evin rutubet kokusu midesini bulandırıyordu. Her sabah genzine hücum eden bu kokuyla öğürmeyle başlar oldu. Kaynanasının açılmasına asla izin vermediği perdelerden dolayı ev gece gündüz karanlıktı. Yaşanan yoksulluk onu şaşırtıyor, insanların bu kadar yoksul olabileceğine inanmak istemiyordu mutfağa her girişinde. Yemekliklerin olduğu tel dolabın kapısı her daim kilitliydi ve kilit kaynanasının belindeki kuşağa bağlıydı. Kahvaltıda tarhana çorbası, akşam yemeğinde ise ekseriyetle ya patates ya da bulgur oluyordu. Sadece bayramlarda et yemeği ve keşkek yapılıyordu.

Baba evinde yapmadığı işleri yaptı. Ormana odun toplamaya gitti kaynanasıyla. Tavuklara baktı, tulumbanın başında bulaşık yıkadı. Ağaran günle oturduğu leğenlerin başında erkek kokan çamaşırları çitiledi öğüre öğüre. Ot yoldu, odun dizdi, yün yıkadı. Sabahtan akşama eli işten arınmadı. O, bezginlikle baba evinde yanaşmaların yaptığı bu işleri yaparken kaynanası zebella gibi başında dikeldi durdu.

Erkeklerin geceleri horlaması, sabahları işe giderken aksırıp öksürmelerini duymamak için kulaklarını kapatıyordu. Her gece yatağına girerken bu kadar erkekle yaşayamayacağını umutsuzca kendine hatırlatıyordu. Babasının onu cezalandırdığına inanıyordu. Kendisine kadın olduğunu her gün yeniden hatırlatan dört erkeğin olduğu bir eve sürgün etmişti onu.

Meryem ancak birkaç ay dayanabildi. Evliliğinin beşinci ayında baba evine döndü. Üzerine sinen yoksulluk, rutubet ve erkek kokusundan arındığına ikna olana kadar banyoda keselendi. Üzerinden çıkan elbiselerini sobaya attı. O eve dönmeyecekti bir daha. Babasının hoşnutsuz bakışları ile karşılaşmamak için olabildiğince görünmez olmaya çalıştı. Babası evde olduğu sürece ya yatakta ya da mutfakta kalıyor ya da sobanın arkasına, babasının onu göremeyeceği kuytuya siniyordu.

Aylar sonra bedeninin ihaneti ile yeni bir girdaba girdi. Saklayabildiği güne kadar ailesine duyurmamakta kararlıydı. Annesi aylar sonra karnı iyice büyüdüğünde durumu anladı. Babasının evinde kaldığı altı ayın sonunda gebe olarak yeniden koca evine dönmek zorunda kaldı. Hamileliğinin kalan ayları gibi, uzun süren lohusalığı süresince günlerinin çoğunu yatakta geçirdi. Kendi bedeninden çıkanın da erkek olduğu düşüncesi ile baş etmesi aylar aldı. Bebeğin sesine, kokusuna sabrı yoktu. Kendini toparlayıp çocuğunu kollarına almak istediğinde ise kaynanasını buldu karşısında.

“ Ne avrat olmak için yaratılmışsın ne de ana olmak için. Hasta olduğunu bebe de bilmiş ki, bir kere bile almadı memeni ağzına. Ziyanı yok, ben bakarım torunuma. Allah’a şükür hala kadınım, analık da ederim.”

Kaynanası çocuğunu almıştı elinden. Babasının, önce kadınlığını sonra erkekliğini elinden aldığı gibi... Ne erkek olmayı, ne kadın olmayı ne de ana olmayı başarabilmişti. Aylar sonra beslenemediği için zayıf düşen ve sık sık hastalanan oğlunu da alıp yeniden refah taşan baba evine gitti. Yoksulluktan, kasvetten, rutubetten yoruldukça, her seferinde temiz, ferah ve zengin baba evine sığındı.

Süleyman Efendi

Çocuk denilebilecek yaşta düştüğü göç yolunda, bıraktıkları toprakların akıbetini duyduğunda, kendilerine bahşedildiğini düşündüğü hayata tırnaklarıyla tutundu. Kendini bildiği günden itibaren para eden her işe koştu. Birkaç yıl bir mandırada arabacı olarak çalıştı. Biriktirdiği para ile kendisine bir at arabası aldı. Sabahları kapı kapı süt satıp, akşamları da yük taşıyordu. Kısa sürede kardeşleri ile kendi mandıralarını kurdular. Sonra deri işine girdiler. İyi para kazandılar. Şehrin merkezinde geniş bir arsa alıp ailedeki her başa bir ev yaptılar. Ailenin reisi olmasına rağmen tevazusunu göstermek için bir örnek yaptı evini. Sokaklarda aç bilaç kalmış bir aileyi yanaşma aldı evine. İlerleyen yaşına aldırmadan işlerin başında durdu. Zenginliğinin yanında çalışkanlığı ve yardımseverliği ile bilindi çevresinde. Yoksul doyurdu, kendilerinden sonra gelen soydaşlarına el uzattı, iş verdi.

Tek hoşnutsuzluğu ilk çocuklarının erkek olmayışı idi. Elbette seviyordu dört kızını da. Elinden geldiğince karısını ve kızlarını da bolluk içinde yaşattı. Ama ilk çocuğu erkek olsaydı her şeyin daha başka olacağını düşünüp hayıflanırdı. İlk çocuğu doğduğunda günlerce varmamıştı karısının yanına. Durumu kabullenmesi aylar aldı. Sonraki çocuk da kız oldu. Sınandığını düşünüp, kendi kendine takdiri ilahiye boyun eğdiğini söylese de büyük kızını erkek gibi yetiştirme çabasından da geri durmadı. İlk çocuğu Meryem’in kız olduğunu unutmak istiyordu. Ali doğana kadar, süt arabasında yanında oturttu. Keklik avına ya da arada gittiği kahvehaneye yanında götürdü. Bayram ziyaretlerinde karısının taktığı kurdeleleri kızın saçlarından sıyırıp öyle yanında oturturdu. Evde yaptığı tamirat işlerinde yardımını istedi. Arka bahçede küçük kütükleri balta ile kırmayı öğretti. Mutfağa yardıma çağırdığında annesini payladı. Bir keresinde kardeşlerinin bebekleri ile oynarken gördüğünde okkalı bir tokat attı küçük kızın suratına. Erkek gibi olmalıydı, kırıtmamalıydı. Lafını esirgememeyi, hakkını aramayı öğrenmeliydi.

Ali doğduğunda Meryem artık onun dört kızından biriydi. Yokluktan yarattığı her şeyi oğlu ile beraber idare edecekti. Oğlu onun yaptıklarının üstüne daha fazlasını koyacaktı. Kızlarını namuslarıyla helal süt emmiş, kendi gibi emeği ile varlık edinmiş birilerine verecekti. Ama büyük kızı kaba saba, marazlı biri oluvermişti zaman yıllar içinde. Yaşı geçiyordu ve evlenmek isteyen kız kardeşlerinin mesut gelecekleri önünde bir engel olarak görüyordu onu. Evde evlenmesi gereken dört kız vardı ve dünürcünün gelmemesi Süleyman Efendi’yi asabileştiriyordu. Çareyi birkaç yakın arkadaşına salık vermekte buldu. Çok geçmeden yakın köylerden bir kısmet bulundu kıza. Süleyman Efendi, vaziyet başka olsaydı asla yoksul, köylü birine kızını vermezdi. Ama kızının hali ortadaydı. Marazlı bir kızı kim alırdı k?

Düğünden kısa bir süre sonra kızının baba evine gelmesinden hoşnutsuz kalsa da ses etmedi. Kızına ve torunlarından malını esirgemedi. Kapısına her gelişinde söylenmeden evine aldı, yedirdi giydirdi, onu ve büyük torununu doktorlara götürdü. Her gidişlerinde arabanın arkasına erzak yükleyip gönderdi.