2.Bölüm

Asiye

Kaynanası odunluğun kapısını açtığında eltisinin yüzü içinden çıktığı karanlık gibi kararmıştı. Üstü başı is olmuş, avurtları çökmüş, gözünün feri sönmüştü. Eltisi yılmış bedeni ile taş basamakları çıkıp yanından geçerken kendisine dönen hüzünlü bakışlarına yakalandı. Bir anlık mahcubiyet yalayıp geçti yüzünü. Sonra omuzlarını dikleştirerek suçlayan bakışları üstüne almadığını gösterircesine çevirdi yüzünü.

Eltisi çoğu zaman yaptığı gibi yine yorganların altına attı kendini. Zaten çocuklarına da kaynanası bakıyordu. Günlerce karşılaşmadılar. Sonrasında da küskün eltisi çocuklarını alıp babasının evine gitti. Asiye’nin canına minnetti. Evin tek gelini olmanın tadını çıkaracaktı kendi demesi. Meryem kış boyu gelmedi. Bütün işlere kendisinin koşturması canını sıkmaya başladı Asiye’nin. Yaptığı hiçbir işin göze gelmemesi de cabası. Zamanla kendi kendine söylenmeyi huy edindi. Başlarda kaynanası ortalarda yokken söyleniyordu. Sonraları onun duymasını umursamadı, bile isteye o etraftayken kendi kendine konuşur oldu.

“Oh ne ala memleket! Meryem Hanım hep uyusun, canı istediğinde kalksın gitsin baba evine… Hiçbir işin ucundan tutmasın, eniklerine de bakılsın, oh anam oh… Yok yok, hasta falan değil bu. Bildiğin cavurluk yapıyor. Babasının evinden iki üç torba erzak getiriyor diye ses eden de yok… Ah Asiye, sen bu hallere düşecek karı mıydın?”

“ Asiye suya git, Asiye odunları kır, Asiye çamaşırları yıka, hamur yoğur Asiye… Asiye tavukları kümese sok, koyunları otlat, Asiye halıları yıka, erkeklerin gömleklerini ütüle… Asiye gelinliğe değil, köle olmaya gelmiş sanki…”

Erkekler hava karardıktan sonra geliyordu eve. Kayınbabası geldiğinde kaynanası hariç hepsi uyuyor oluyorlardı çoğunlukla. Kocası Ekrem her akşam odaya bezgin gelir pek konuşmadan yatağa girerdi. Asiye artık onun yanında da söylenir oldu.

“ O kadar parayı mezara mı götürecek anan? Kuru ekmeği tarhanaya banmakla mı geçecek ömrüm?”

“Ben niye gidemiyom anamın evine?”

“…”

“…”

“ Irgat gibi oradan oraya koşturmaktan canım çıkıyor… Meryem Hanım şehirlerde sürtsün, Asiye gün ışımadan işe koşsun…”

“…”

“ Ananın yanında bülbül gibi şakıyon da, karına gelince mi domuzluğun?”

“…”

“ Çavuşun eşeği mi var karşında, neden ses etmiyon?”

“…”

“ Bi laf çıksın ağzından be adam!”

O kış, daha dört aylık gelinken ilk dayağını yedi Asiye. Bu ilk dayakla körpe gelinliğini sıyırıp attı üstünden. Kaynanasına da diklendi, eltisine de bulaştı. Defalarca yüzü gözü morarmış halde anasının evine yollanacakken kaynanası çıktı önüne. Çitin kapısından sürükleyerek odunluğa kilitledi her defasında. Birbirine benzeyen kasvetli günlerin arasına eltisi ile kavgaları ve yediği dayaklar eklendi. Anasına derdini açtığında, anası yüküne yük ekleyip gönderdi gerisin geri.

“ El kapısı diye boşuna mı demişler a benim alık kızım. Ha ele karışmışsın ha toprağa. Kadın kısmının gün yüzü gördüğü nerede görülmüş? Çaresi yok çekecen hepimiz gibi. Sen de az tut dilini, işine bak, daha ne? Arnavut Fikriye’ye de bulaşma, alimallah sıkıverir ömüğünü… Allah muhafaza kocanın aklına girer koyar kapının önüne. Aman deyim kızım, az bük başını… Kocanı hoş tutup, karnına da bir bebe koydun mu, geçer kocanın huysuzluğu da…”

Ayağını sürüye sürüye döndü koca evine. Ama ne çenesi durdu ne de yediği dayaklar. Dayak yediği gecelerin birinde döl düştü rahmine. Gebe kaldı Asiye. İlk çocuğunun sancıları kapatıldığı odunlukta kasıklarına vurdu. Çelimsiz bebe daha yürümeden yeniden gebe kaldı. Üç çocuk yaptı Asiye. Çocukları kendisinden çok kaynanasının kucağındaydı. Eli işten arınıp da çocuklarını kucağına alır almaz kaynanası olmadık işler icat ediyordu.

Kocası ile arasında geçen her şeyi kaynanası biliyordu. Asiye iş yaparken kaynanası başında dikelip bir bir sayıyordu hepsini. Önceleri kaynanasının kapıları, duvarları dinlediğini sandı. Ama kaynanası duvarların duymayacağı görmeyeceği şeyleri de biliyordu. Bir zaman sonra, bu evin erkeklerinin olup biten her şeyi analarına anlattığını anlayınca aklını yitirecek gibi oldu.

Bir gün odun toplamaya gittiği ormandan dönerken kaynanası ile iki oğlunun gülüşen seslerini duydu. Sırtındaki odun destesini sessizce yere indirip üzerine oturarak sesleri dinlemeye durdu. Çitin diğer tarafında uzun bir kütüğün üstünde yan yana oturanlar çiti saran sarmaşık ve çalılardan dolayı onu görmüyorlardı. Analarını aralarına alarak oturan Ekrem’in ve küçük kaynı Kadir’in bu kadar güzel gülebildiklerini hiç görmemişti. Kahkahaların tınısı başını döndürdü. Sonra içerlendi, kocası Ekrem kendisine hiç böyle gülmemişti. En mahrem anlarında bile bu şen sesini duymamıştı. Duydukları az önceki şaşkınlığını da hüznünü de söküp aldı.

Kadir:

“ Ana essahtan nerden bulup getirdin bu çatlak karıları gelin diye? Yoksam söylenenler doğru mu, sen mi akıllarını aldın zavallıların?”

Arnavut Fikriye oralı olmamış gibi gözlerini süzerek ovuşturduğu ellerine baktı.

“ Kadınlık hamurlarında yoksa, ben nedim? Onların hamuru bozuk, çürük çıktı ikisi de. Ettim etmedim kadın çıkaramadım iki ucubeden de. Bana laf edeceğine koyunlarına alanlara sor oğlum.”

Ekrem:

“Karanlıkta bir şey görmüyorsun anam, yüzüne yastığı bastın mı tamamdır.”

“Ha, ha, ha…”

Kadir:

“ İkisi saç saça baş başa kavga ederken anam nasıl keyifleniyor görmen lazım.”

Ekrem:

“ Sen gül öyle gevrek gevrek. Anam sana nasıl birini bulacak bakalım.”

“ Ha, ha, ha!”

Kadir:

“ Yo, ben ne Salih’im ne de Ekrem. Ben karımı kendim seçecem, bu delilerin arasına da getirmem, benden demesi. Karım o odunluğa girmeyecek.”

Anası bunu söyleyen oğluna döndü. Oğlu kalkıp eve yollanırken omuzlarında donuk bakışları takılı kaldı.

Asiye, onlar içeri geçtikten sonra da kalkmadı odun yığınının üstünden. Öfke ile üzerine oturduğu odunları sıktı. Kocası nasıl da hayranlıkla bakıyordu anasına. Onun yanındayken saadeti nasılda yansıyordu gözlerine. Şuursuz bakışları çiti saran çalılıklara takıldı.

“Deli miyim ben?”

“Bu ev beni de mi delirtti?”

Gelin geldiğinin ilk gecesinde gördüklerini sonraki günlerde de eltisinin söyledikleri geldi aklına. Köyden uzak, ıssızlığın ortasındaki bu rutubet ve yoksulluk kokan evde geçirdiği yılları düşününce eltisi Meryem’e benzediğini, dehşete kapılarak gördü. Önce Meryem şimdi de kendisi. Kulaklarına yerleşen bu konuşmayı hatırlayıp düşündükçe korkuları daha da üstüne geldi. Korktukça daha çok kurar oldu, kurdukça da korkusu onu esir aldı. Bu ev kadınları delirtiyordu.

Meryem

Oğlu da kendisi gibi hep marazlıydı. Kendi hastalıklı, kusurlu bedeninden hastalıklı bir çocuk dünyaya getirmişti. Doğan diğer iki çocuğunda da aynı yollardan geçti. Çocuklarına koca evinde kaynanası, baba evinde de annesi ve evlenmeyen kız kardeşleri baktı. Kocası yok gibiydi. Salih akşam karanlığında geliyor, çoğu zaman yatağına uğramıyordu bile. Diğerleri onu pek saymıyordu. Varlığı da yokluğu da birdi herkes için.

Çocukları büyüyordu. Çocuklar kaynanasının dizinin dibinde otururken, ya da eteğine tutunurken nefret ediyordu kendi döllerinden. Çocuklar o yaşta kendisine acımayla, tiksintiyle ya da böyle olduğu için kızgınlıkla bakıyorlardı çoğu zaman. Bu bakışları görmemek için babasının ona yazdırdığı ilaçları almaya başladı. Ama en küçük oğlu Mahir diğerleri gibi kopmamıştı ondan. Hep etrafında dolanıyor, göğsündeki düğmeler açıp memelerine ulaşmaya çalışıyordu. Emerken gözleri kapalı saç örgüsünü bulup parmakları ile oynuyordu. Onu terk etmeyen tek kişi Mahir’di. Kaynanası marazını ona bulaştıracağını söyleyip onu koparmaya çalışmış ama başaramamıştı. Kendisinin analığından değil, Mahir’in inadından başaramamıştı. Ya haklıysa… Ya Mahir de abisi gibi hastalıklı olursa. Ya o da kendisi gibi delirirse. Bunları düşündükçe onu kendinden uzaklaştırıyordu. Sütünü vermemek için çok cebelleşti. Ama küçük oğlu çok inatçıydı. Oğlunun bu inadı hoşuna gitse de korkuyordu onu da delirtmekten.

İki eli ile memesini tutan Mahir’in, sarı saçlarının dibinden kabarıp alnına inen boncuk boncuk terlerini sildi. Yazmasının altına uzanan küçük ele, saç örgüsünü bulup verdi. Bu küçük bebe ona kadın olduğunu hatırlatmış, ana olduğunu hissettirmişti. Göğüslerinin bereketini ne babası, ne de kocası görmüştü. İşi bitince onu terk eden herkesin aksine küçük oğlu kendisine hırsla tutunmuştu.

Sonra gözleri bulutlandı. Sonra üç çocuğunu da doğurduğu günleri hatırladı. Peş peşe gelen görüntülerin etkisi ile bir cendereye sıkışmış hissetti bedenini. Yüzünün çizgileri seyirmeye, elleri kasılmaya başladı. Oğlunu memesinden koparıp odanın ortasına bıraktı. Neye uğradığını şaşıran çocuğun ağlayan sesine görümcesi geldi. O yatağa girip yorganı kafasına çekerken görümcesi “ yataktan kalkamayasıca, ilaçlarını almadın mı yine? Çocuğun aklını alacak bu gidişle” deyip kucakladığı çocukla odadan çıktı. O ise kâbuslardan çıkamadı. Bu eve geldiği ilk günü yeniden yaşarcasına açıldı zihni.

İlk gecesinde kocası sırtını dönüp uyuduğunda su dökmek için dışarı çıkmıştı Meryem. Ay ışığının aydınlattığı patikadan evin arkasındaki helaya doğru yürürken sesler duymuştu. Çevresine bakınırken koruluğa doğru ilerleyen bir beyazlık görmüştü. Emin olmak için elindeki gaz lambasını kaldırıp gözlerini kısarak bakmıştı. Gördüğü şey gerçekti, beyazlar içinde biri yürüyordu. Hayalet olduğunu düşündüğü şeyin korkusu ile helaya gitmeyi unutup geri dönmüş, taş basamakları çıkarken kendisinden beklenmeyen cesaretle kapıyı açmaktan vazgeçmişti. Çite kadar geldiğinde hayaletin yürümekte olduğunu ve ağaçların arasında gittikçe uzaklaştığını görmüştü. Şalvarının ağısını avuçlayıp çitin üzerinden atlayıp koruluğun içine girdiğinde kalbinin yerinden çıkacağını sanmıştı. Ama nedense durmak istememişti. Karanlıktan başka bir şey yoktu. Vazgeçip geriye dönecekken onu seçmişti gözleri. Sol tarafında ağaçların arasında beyazlar içinde bir vardı. Meryem yerinden çıkacakmış gibi atan kalbine rağmen elindeki lambanın fitilini kısıp yere bırakmıştı. Dilsiz adımlarla o tarafa doğru ilerlemiş, gelinliğe benzer bir elbisenin içinde dişi bir hayalet görmüştü. Aralarında sadece birkaç ağaç kalıncaya kadar ilerlemiş, hayalet durunca o da durup önündeki ağacın arkasına saklanmıştı. Başını uzattığında elindeki lambayı kaldıran hayaletin yüzünü ve ışığın aydınlattığı lekeli gelinliği görünce çığlık atmamak için iki eli ile ağzını kapatmıştı. Hayalet sandığı, kaynanasından başkası değildi. Kaynanası bu gece üstünden çıkardığı, kanının kirlettiği gelinliği giymişti. Gelinlik etine dolgun bedene olmamış, beline kadar açık fermuardan buruşuk bedeni parlıyordu. Seyrekleşmiş beyaz saçlarını taramış, şakaklarındaki saç tutamlarına simli saçaklar takmıştı.

Kaynanası itina ile gelinliği kaldırarak yan yana dizili toprak kümelerinin arasına dizlerinin üstüne çökmüştü. Eşeleyip içlerinden çıkardığı çaput sarmallarını kollarına aldı. Bebek kundaklarını pışpışlar gibi elindeki çaputları salladı. Kundakların sarılı olduğu çaputların arasından toprak akıyordu yere. Meryem gerisini hatırlamıyordu. Sabaha karşı, ağaçların arasından yüzüne vuran gün ışığı ile uyanmış, herkes uykudayken eve girip horlayan kocasının yanına sinmişti. Evde yükselen sesler ile yataktan çıktığında, karyolanın ayakucunda gelinliğini görmüştü. Gece gördüklerinin hastalıklı aklının oyunları olduğunu düşündü. Gelinliği asmak için kaldırdığında yer yer sökülmüş dikişleri ve toprak kirinin bulaştığı etek ucundaki çam dikenleri ile kuru otları görünce aydı. Hangisi daha iyiydi akıl sır erdiremedi. Gördüklerinin eserli aklının oyunu olması mı, yoksa kaynanasının bir zırdeli olması mı?

Birkaç gün sonra ormana gittiğinde yan yana mezar şeklinde, toprağı taze üç tane tümsek görmüştü. Tırnakları ile toprağı kazmış ve kundağa sarılı bebek iskeletleri ile karşılaşmıştı. Mezarları acele ile kapatıp eve yollanmıştı. Ellerini tulumbada yıkarken kaynanası görmüş kuşkulu gözlerle onu süzmüştü. Gördüklerini kimseye anlatamamıştı. Nasıl anlatsındı? Kim ona inanırdı ki? Anlatacak kimseyi bulamadığı bu sır her gece kâbus olup uykularını çalmıştı. El öpmeye baba evine gittiklerinde olanları anasına ve kız kardeşlerine anlatınca, tuhaf bakışlarından ona inanmadıklarını, üstüne üstlük aklından şüphe ettiklerini anlamış, bir daha kimseye anlatmaya yeltenmemişti.

O gece olanların benzerini çocukları doğduğunda tekrar yaşayacaktı. Kaynanası gece yanına gelip lohusa yatağından kundağı alıp gitmişti. Dış kapının sesini duyunca pencereden ormana gittiğini anlamış, peşinden gitmek istediğinde oda kapısı dışardan kilitlendiği için peşinden, camdan bakabilmişti ancak. Neden almıştı yavrusunu? Ne yapacaktı, çocuğunu öldürüp toprağa mı gömecekti? Kaynanasının dönüşünü beklediği pencerenin başında bedeni sarsılarak bayılmıştı. Son iki hamileliği böylesi bir gecenin geleceği günü beklemenin çaresizliği ile geçmişti.

Üç çocuğunda da aynı şeyi yaşadı Meryem. Sonra Kaynı evlendiği gece ve onun çocuklarının doğduğu geceler… Bayılmalar, nöbetler, gülme ya da ağlama krizlerini herkes gördü. Ama kimseye sebebini söyleyemedi.

Osman

Köyün toprak yoluna girdiğinde gün batmak üzereydi. Bugün izin almıştı ustabaşından. Küçük oğlu Kadir’e kız istemeye gideceklerdi. İki gelininin aksine bu kız aklı başında ve sağlıklı görünüyordu. Allah’tan çok masraf yapmadan almışlardı iki gelini de. Kadir’i de everdi mi artık gözü arkada kalmayacaktı. Sözünü çiğneyip otomobil almıştı oğlu. Birkaç kere kendisinden sonra sarhoş geldiğini duyup günlerce konuşmamıştı onunla. Parasını karı kıza ve içkiye verdiğini düşünmek kalbini sıkıştırıyordu. Başını bağlamazlarsa elde tutamayacaklardı haytayı. Kadir başta ayak diremiş ama anası onu yola getirmişti sonunda. Kızı Halide’yi de everecek helal süt emmiş birini bulurlardı elbet.

Karısı Fikriye onun yokluğunda evi iyi idare etmiş, tutumluluğu sayesinde epey para biriktirmişlerdi. Ölmeden önce bu para ile şehirde çocuklarına bir apartman yapacak, her birine bir kat verecekti. Emekli olup karısı ile köşelerine çekilip torun seveceklerdi. Arnavut damarı tuttuğunda kaçmak gerekirdi ama karısı cefakâr ve iyi bir kadındı. Rahmetli anası pek sevmezdi ama bu güne kadar ne dırdırını duymuştu, ne de sızlandığını. Yumuşak başlılığına rağmen, yarı deli iki gelini de zapt etmeyi becermiş, torunlarına kol kanat germişti.

Çitin kapısını ittiğinde şefkatle bakan karısı karşıladı onu taş merdivenlerin üstünde. Hazırlanıp çıktılar. Kahveler eşliğinde havadan sudan edilen sohbetin peşi sıra sadede gelindi. Beş ay sonra yapılacak düğünün sözü kesildi. Kadir’in surat asmasına aldırış etmeden odanın birini ona hazırladılar. Çalgı çengi ile sade bir düğün yapıldı. Osman Efendi, huzurla başını koyduğu yastıktan gece yarısı duyulan gürültü ile uyandı. Çevresine bakındığında karısı yatakta yoktu. Gürültünün yeni gelinin odasından geldiğini düşünüp çıkmadı dışarı. Dikkat kesilince bağırışların dışardan geldiğini anlayarak, lambayı yakıp dışarı çıktı. Koruluktan koşarak gelen Asiye’yi gördü. O sıra da diğerleri de odalarından çıkıp gelmiş uykulu gözlerle arkasına yığılmışlardı. Dişlerinin arasından oğluna söylendi:

“ Ekrem git şu kepaze karını getir çabuk. Köylüler duyup gelecek, rezil rüsva olacaz…”

Ekrem üstünde içliğiyle hırsla merdivenlerden inip eve doğru koşan karısını almaya yürüdü. Asiye’nin dehşetten kocaman açılmış gözleri ve kesik kesik çıkan sözlerini anlamaya çalıştı burnundan soluyarak. Karısı, birkaç adımlık yakınına geldiğinde çitten bir sopa çekip çıkardı. Karısının, deli saçması sözlerini dinleme gereği bile duymadı.

“ Anan korulukta… Onu gördüm… Arnavut Fikriye korulukta… Hülya’nın gelinliğini giymiş… Anan yeni gelinin gelindiğini giymiş… Ha, ha, ha… Haspam gelinliğe heves etmiş…”

Kapıdakilerin bakışları arasında sopa kadının bedenine indi kalktı. Sopa yerde debelenen Asiye’nin sırtında paralanınca Ekrem elini Asiye’nin saçlarına geçirdi.

Asiye

Asiye küçük eltisinin düğününde doyunca oynadı. Yeni gelin gelince ne büyük eltisi ne de kaynanası onunla uğraşacaktı. Ev kalabalıklaşıyordu, bu daha fazla yoksulluk demekti ama olsundu. Yeni gelinle uğraşmaktan kimse ona bulaşmayacaktı o yeterdi ona. Düğün boyunca bu düşüncelerle keyiflendi.

Yeni gelinin ihtiyaçlarını görüp hınzır gülüşmeler arasında damadı çağırdı. Akşam ev sakinleşip herkes odasına çekilince tulumbadan getirdiği su ile bulaşıkları yıkadı. Ortalığı topladı. Orda burda uyuyakalan çocukları, bütün kapıların açıldığı geniş sahanlıktaki yataklarına yatırdı. Her zamanki gibi söylene söylene yatağına geçti. Kocası çoktan uykuya dalmıştı. Omuzlarından yorgunluk akmasına rağmen uyku tutmadı. Lambayı alıp yakıp su dökmek için hela yoluna koyuldu. İşini bitirip çıktığında bir çıtırtı duydu. Etrafına bakınınca beyazlar içinde ormana doğru giden gelini gördü.

“ Amanın, bu da çatlak çıktı... Bak sen… Kız, bu gelin ne bok yemeye ormana gidiyor?”

Fistanını toplayıp çitin üzerinden atladı. Ormana kadar gelinin peşinden gitti. Gelin toprağa çömelmek üzereydi ki Asiye bastı yaygarayı.

“ Bak sen kaynanaya… Bu evin asıl delisi senmişsin ya! A be seni cavur seni… Garibim Meryem seni biliyordu… Onu böyle delirttin demi? İpliğini pazara çıkarmazsam bana da Asiye demesinler…”

Kaynanasını şaşkınlığı ile baş başa bırakıp heyecanla eve doğru yollandı. Kocası elinde sopa ile karşıladı onu. Sırtına, baldırlarına inen sopaya rağmen susmadı. Sırtına inen darbelere inat sesi hâlâ şendi. Gerçeği hepsinin öğrenmesi gerekiyordu. Gelinler deli değildi. Asıl deli olan kaynanalarıydı. Kocası onu kapıya doğru sürüklerken Meryem’in gür sesi duyuldu.

“ Bırak onu, yeter ettiğin… Öldüreceksin zavallıyı…”

Basamakları inip aldı eltisini öfkeli kaynının ellerinden.

“Siz ananıza bakın, ananız evde yok.”

Onlar bir birlerine soran gözlerle bakarken, Meryem alaycı bir sesle;

“ Ormandadır, ormanda…” diyerek Asiye’yi kendi odasına götürdü.

“ Aklım başımda Abla… Yemin ederim onu gördüm Meryem Abla. Arnavut Fikriye, Hülya’nın gelinliğini giymişti… Yanaklarına al sürmüştü haspam… Toprağı eşeliyordu…”

“ Biliyorum Asiye… Senin gelinliğini giydiği zamanı da biliyorum, benimkini giydiği zamanı da…”

Pencereden baktıklarında elinde gelinlikle kaynanalarının ormandan geldiğini gördüler. İkisi de sevindi, herkesin buna şahit olmasına.

Sabah gün ışıdığında evi sessizlik sardı. İki elti de olacakları merakla bekliyorlardı. Kapıyı Ekrem açtı;

“ Üstünü giy, gidiyoruz.”

“ Nereye?”

“ Sana üstünü giy dedim hayde!”

Ne dediyse Asiye’yi dinleyen olmadı büyük eltisi Meryem dışında. Anasının anlattıklarına bakılırsa karısı tımarhanelikti. Ekrem o gün Asiye’yi doktora götürdü. Anasının gözyaşları içinde onlara anlattıklarının aynısını, şüphe bırakmayan bir inançla doktorlara anlattı: Asiye, yeni gelinin gelinliğini giymiş, yıllar önce ölen bebeklerin mezarlarını deşerken anasına yakalanmıştı. Ona engel olmaya çalışan zavallı anasını öldürmeye kalkmış, sonra da bütün olanları kendisi yapmamış gibi, anasının üstüne yüklemeye çalışmıştı.

Asiye aylarca hastanede kaldı. Anlattıklarını dinlemeyen doktorlarla konuşmaktan yılıp sessizliği seçti. Kaynanasının, evdeki erkekler üzerindeki etkisini hesaba katmamış olmasının bedelini üstüne giymeyi kabullenişti bu sessizlik. Asiye bir süre sonra başka bir hastaneye oradan da başka bir yere nakledildi. Aileden kimse ardına düşmedi. Kimse bir daha onu ve yaşananları ağzına almadı.