Yaşadıklarımız kötü bir şaka gibi gerçekten. Mart sadece kapıdan baktırıp gitti. Nisan yanına şakasını da alıp geldi. Kötü günlerden geçmiyor olsaydık, bu gün birbirimize anlamsız ve çocukça 1 Nisan şakaları yapıyor olurduk. Oysa hayat bize şaka yapıyor gibi şimdilerde. Geleceği kestiremediğimden, belleğim geçmişe kayıyor yine. O anlamsız, çocukça 1 Nisan şakası yaptığımız günlere… Hadi! Siz de gelin benimle. Evden çıkmadan geçmişe bir yolculuk yapalım. Üstelik bu yolculuk da valilik iznine de gerek yok.

Yazılarımı takip edenler hatırlayacaktır. Lisede sınıfça aldığımız disiplin cezasını anlatırken “ilk cezamız ama son olmayacak” demiştim. Aldığımız disiplin cezaları, her zaman dayanışma ya da başkaldırı yüzünden değildi elbette. Lise çağımız aynı zamanda ergenlik çağımız olduğundan saçmaladığımız, çocukça ve amaçsızca davrandığımız da oluyordu. Okulun son senesiydi. Bir nevi zıvanadan çıkmıştık. Hiçbir kuralı tanımaz halimiz garip bir özgüven veriyordu bize. Bununla övünüyor ve kendimizi Hababam sınıfına benzetiyorduk. Hocaların büyük bölümünü de yıldırmıştık. Okulun son 1 Nisanı geldiğinde, bunun sıradan olmaması gerektiğini düşünüyorduk. Son 1 Nisan, mezun olacak Hababam’a yakışır seviyede olmalıydı. Her okulda yapılan, sınıf defterini hocadan saklama, sandalyesine yapıştırıcı sürme gibi şakalar bize basit geliyordu. Şöyle tarihe geçecek bir şaka bulmalıydık. Sınıfça ne yapalım diye düşünürken, Hababam sınıfında yapılanlar geldi aklımıza. Namımıza uygun hareket etmeliydik. Sınıfın daha aklı başında olanları hemen karşı çıktılar bu fikre. Bir türlü kabul ettiremedik. Onlar yine defteri saklamak için organize olurken, Sarı ile birbirimize bakıp “bu işte yalnızız, hadi” dercesine gözlerimizle anlaştık. Kızların arasından sessizce sıyrılıp sınıftan çıktık.

Bir sürü delice fikir geçiyordu aklımızdan. Öğretmenler odasına gidip, hocaların eşyalarını saklamakla başlamaya karar verdik. Öğretmenler odası da şansımıza boştu. Sarı ile hızlıca bir tarama yaptık. Dolaplara falan baktık ama bir iki önemsiz eşya dışında pek dişe dokunur bir eşya bulamadık. Bu plan suya düşünce Sarı’ya “hadi gidelim” dedim. Hevesi kursağında kalan Sarı, tam çıkarken koridorda duran yangın söndürme tüpüne yapıştı. “Ne yapıyorsun? ” dememe kalmadan da koridora sıkmaya başladı. Eyvah! Her yer köpük olacak diye panik olacaktım ki uzun süre kullanılmayan tüpün gazı bozulmuş olduğundan, sadece basınçlı gaz çıkardığını gördüm. Çıkan sese Sarı bayılmıştı. Elinde tüple delice kahkahalar atıp itfaiyecilik oynuyordu. Çok eğleniyorduk. Sarı, hızını alamayıp müdür yardımcısının odasına doğru yönelmişti ki “Kızım delirdin mi? Demir lady gebertir bizi mezuniyetimizi yakar! Bırak artık tüpü” diye yükselen sesim onu vazgeçirdi. Karnımıza gülmekten sancılar girerek koridordan çıktık. Gülme seslerimiz yüzünden odasından çıkan Demir lady’e yakalanmaktan son anda yırttık.

Birinci plan başarısız olunca, ikincisini uygulamak için çay kantinine gittik. Kantini sıra ile öğrenciler işletiyordu. O gün ki nöbetçi öğrenciyi bir bahane ile uzaklaştırıp kazanı ele geçirdik. Planın ilk kısmı kolay olmuştu. Hocalar çay isteyecek. Biz de onlara içine idrar söktürücü koyduğumuz çayları götürecektik. Haftada 3 gün hastaneye staja gittiğimizden malzeme eksiğimiz yoktu. Ampulleri kırıp, çaylara kattık. Katar katmaz çayın rengi öyle garip bir hal aldı ki gören çamurlu su ile demlendiğini sanırdı. Biz önümüzde doldurduğumuz bardaklara şaşkınlıkla bakıp, “bu da mı gol değil” diye düşünürken, mekânın sahibi geri döndü. “Hocalar çay istedi. Hah koymuşsunuz” diyerek çayları kapıp telaşla çıktı. Sarı ile habersiz suç ortağımızın arkasından gururla bakakaldık. Şaşkınlığımız geçer geçmez de deli kahkahalarımıza döndük. Çok geçmeden habersiz suç ortağımız suratı beş karış halde geri döndü. Öğretmenler çayın halini görüp kıza “ne biçim çay demlemişsin” diye kızmışlar ve çayları geri yollamışlardı. Kız da o sinirle gelip bize patladıı. “Tükürdünüz mü çaylara, ne biçim çay bunlar böyle, çıkın buradan” diye bağırdı. Sarı ile güya mahcup halde çıktık. Yangın tatbikatı da idrar söktürücü deneyi de başarısız olmuştu ama bu durum eğlenmemize engel olmuyordu.

Neredeyse öğlen olmuştu. Hala adam akıllı bir şaka yapamamıştık. Artık Hababam sınıfının yolundan gitme zamanıydı. Madem idrar söktürücü işe yaramamıştı. O zaman yemeklere müshil koyma aşamasına geçmeliydik. Bu plan için malzememiz yoktu. Müshili nerden bulacağımızı da bilmiyorduk. Biraz araştırmadan sonra, zehirlenmelerde kullanılan ve mideyi bozan aktif karbon bulabildik sadece. O da 4-5 tane ancak. Aktif karbon tablet şeklindedir. Ezip, sulandırılarak hastaya verilir. Ve etkili olması için tek seferde 10-15 tane birden verilmesi gerekir. Aslında bildiğiniz kömürdür. Görseniz kömür dersiniz yani. 4-5 tanesi işe yaramazdı ama elde ki malzeme bu kadardı ve süremiz azdı. Öğle yemeğine çok az kalmıştı. Sarı ile yemek hanenin yolunu tuttuk. Aşçıyı oyalamak görevi bana düşmüştü. Bizim aşçı pala bıyıklı suratsız bir amca idi. Hafize Ana ile hiç ilgisi yoktu. Yemekte ne var bahanesi ile aşçının yanına yaklaştım. Gördüğüm manzara aklımı başımdan almıştı. Aman Allah’ım patates oturtma vardı. Her gün dönüşümlü çıkan bakliyat dışında bir şey görmek bir anlık akıl tutulması yapsa da bana, Sarı’yı öğretmenlere ayrılan tepsinin başında perdelemeyi başarmıştım. Aşçı, kısa sürede mutfaktan kovaladı bizi. Sarı, bu süre içinde tabletleri kırıp kırıp tepsinin üstüne atmıştı. Karıştırmayı bile başaramamıştı. Yeseler bile işe yaramayacağını bilsek de, yemekte gözümüz sürekli öğretmenler masasında idi. Bir yandan da “İnşallah Demir Lady yer hepsini” diye söyleniyordum. Gereksiz dualarım hep kabul olur zaten. Sarı’nın güya kırdığı tabletlerin hepsi, Demir Lady’nin tabağına gelmişti. O da hemen aşçıyı masaya çağırmış, “ bu kömürler ne? Sen kazan dairesine girdikten sonra mı mutfağa giriyorsun? Diyerek azarlamıştı. Herkes gibi Demir Lady’den ödü kopan aşçının, yediği azarla kafası zehir gibi çalışmış “Sarı kız ile Yeliz geldi yemekhaneye” deyivermişti. Zaten bizim ismimizin zikredilmesi yeterliydi. Birazcık inceleme ile kömür değil Aktif karbon olduğu da anlaşılmıştı.

Demir Lady bize sorma gereği bile duymadan hızlıca disiplin mekanizmasını çalıştırdı. Her zamanki gibi Sarı ve ben baş faildik. Yanımıza da olayla ilgisi hiç olmayan sadece bizim ismimizi vermeleri için 2 hanımefendi kız seçmişti. İki kişilik planımızla, 4 kişi disiplinlik olmuştu. Sorular da yine Neden? Sorusu yoktu. Kim yaptı? Kiminle? Yaptı.

Sonuç olarak arkadaşlar isim vermedikleri için, biz de aleyhimize deliller ve önceki vukuatlarımız yüzünden 5 gün uzaklaştırma cezası aldık. Benim dışımda herkesin evi şehir dışında olduğundan uzaklaştırma o kadar da uzaklaştırma olamayacaktı. Derslere ve herhangi bir faaliyete katılamayacaktık. Okulda yokmuşuz gibi olacak ama ders ve faaliyet sürelerini kütüphanede geçirecektik. Kitap okumak için falan değil. Orası bizim hapishanemiz olacaktı. Bizi kütüphaneye kapatıp başımıza da nöbetçi öğrenciyi diktiler.

Bize ceza verdiklerini düşünüyorlardı ama ilk günün sonunda bunun bizim için aslında ödül olduğunu anladık. Derslere girmiyorduk. Okul kıyafeti giymiyorduk. Kitap okuyor, örgü örüyor, üniversite sınavı için hazırlanıyorduk. Bağıra bağıra türkü söylüyor. Yapacak hiçbir şey bulamazsak masaya çıkıp oynuyorduk. Bu halimizi gören arkadaşlarımızın hepsi, şakamıza katılmadığı için bin pişmandı.

Cezamızın 3.günüydü. Belirli gün ve haftalardan hangisiydi hatırlamıyorum ama her zaman ki sıkıcı programlardan biri vardı yukarıda. O saçma konuşmaları dinlemeyeceğimiz için ceza almış olmanın mutluluğu ile masanın üstünde göbek atıyorduk ki nöbetçi öğrenci kütüphaneden içeri daldı. “Nöbetçi öğretmen sizi panele çağırıyor” dedi. Göbek atmaya ara verip masadan indim. “Kızım biz cezalıyız panele katılamayız, Hoca bilmiyor mu?” dedim. Kız cevap vermeden çıkıp gitti. Beş dakika geçmeden de nöbetçi öğretmen kapıda belirdi. “Ben sizi çağırıyorum, nasıl gelmezsiniz?” diye gürledi.

Nöbetçi öğretmen, beni başkan atayan hocaydı.(Bütün lise hayatım boyunca başına bela olacağımı ve benden çok çekeceğini bilse yine o atamayı yapar mıydı? Acaba). Hocam ile hikâyelerimizden ayrı bir kitap çıkar ama kısaca Hababam filminde ki karikatür hocaların bizim hocamız yanında sönük kaldığını söyleyebilirim. Kendisi dil öğrenmeyi başaramama sebebim yani İngilizce öğretmenimdi. Atışmaya alışık olduğumuzdan kapıdan belirmesinden sonra bir süre tartıştık. En son “Hocam disiplin cezası alan öğrenciler hiçbir faaliyete katılamazlar, yönetmeliğe aykırı davranamazsınız, zor durumda kalırsınız maazallah” dedim. Sinirden kıpkırmızı yüzü ile “bekleyin burada, geliyorum hemen” diyerek gitti. Biz daha eğlencemize dönemeden de geri geldi. “Müdür ile konuştum cezanızı kaldırdı. Şimdi doğru panele” dedi. Birbirimize çaresizce bakıp sessizce sıkıcı konuşmaları dinlemek üzere hocanın arkasına takıldık.

Ara kararla tahliye edilmiştik. Henüz avukat olmadan hatır tahliyesi görmüştüm. Ve dikkate alınan hatır bizimki değildi. “Hay dilimi eşek arısı soksun! Ne vardı hocaya kafa tutacak. Gitti gül gibi mahpusluğun iki günü” diye kendime kızıyordum. Hoca, bana laf yetiştiremeyince, hırs yapmış gidip ne yapıp edip cezamızı kaldırtmıştı. Adımıza çıkan özel affa rağmen mutsuzduk. Bizim dışımızda herkes mutluydu. En çok da, ilk defa beni susturmayı başaran Hoca…

Yani dostlar; düşüncesizce hareket etmek bazen ağır sonuçlara yol açabilir. Ama sonuçta başa gelen çekilir. Sabırla beklemek gerekir. Bizim için ceza olduğunu sandıklarımızı istersek ödüle dönüştürebiliriz. Bu nedenle evde kapalı kaldık diye kendinizi cezalandırılmış hissediyorsanız bu durumu ödüle çevirebilirsiniz. Yoğunluktan evde kalıp yapamadığınız ne varsa bu sürede mutlaka yapın,

Okuyun, yazın, şarkı söyleyin hatta göbek atın.

Sağlıcakla ve evde kalın…