Bazı şehirlerin ruhu vardır. Buna inanıyorum. Yaşadıklarını, nefes aldıklarını hissedersin. Bir şiirden farksız sokaklarında yürürken acıyı, hüznü, yaşanmışlığı müzik tınısında hisseder insan. Özellikle köklü bir şehir kültürüne ve tarihi mirasa sahip kentlerin mistik bir havası vardır ve bütün köşelerine bulaştırır büyüsünü. Mevsimlerin dokunuşları ile modern zamanlara direnen kadim duyguların dilince konuşur köhne evlerin sulietleri. Ondandır ki her kente şiir yazılmaz. Ondandır ki söz ustaları onlarsız bitirmez kelamlarını. İstanbul gibi, Diyarbakır gibi, Kars gibi, İzmir gibi, Mardin gibi…

12 yıldır Adapazarı’nda yaşıyorum. Bu şehrin bir ruhu, bir kimliği var mı? Adapazarı yaşayan bir kent mi, köklü bir kültürü var mı? Bu konuda pek emin değilim. Ama bu konuda netleşmeye niyetliyim. Bunun tek yolu şehri adım adım gezmek, kokuların, seslerin ve anlatıların izini sürmekten geçiyor. Bu sadece bir tespitte bulunma amacına hizmet eden bir fikir değil aslında. Bu aralar içimden gelen, beni baştan çıkarmaya niyetli bir eylem çağrısı. Ve bu çağrıyı karşılıksız bırakacak değilim.

Ana yollardan, apartmanlardan, ışıklı tabelalardan, trafiğin keşmekeşliğinden uzak, tanımadığım semtlerde yürüyesim, sonbaharın eşliğinde avarelik edesim var. Çanakkale’nin kordonunda ve ya Balat’ın insanı geçmişe kaçıran sokaklarındaymışım gibi… Kuzguncuk yokuşları ya da Diyarbakır’ın kuçelerindeymişim gibi… Gün ışığı ile çıkıp, ruhu olan eski mahallelerin dar sokaklarını, Arnavut kaldırımlarını arşınlayasım var. Dedim ya ruhum serserilikte bu aralar. Ve bütün suçu da, Eylül’e atasım var.

Başını alıp gitmek istediğinde seni kucaklayacak, bütün yabancılığı ile seni sarmalayacak dilsiz duvarları, güvenli kapıları olmalı şehirlerin. Kendi yaşanmışlıklarından firar edip başkalarının yaşanmışlıklarına kaçma bencilliği barındırsa da kendi izini sürmekten başka nedir ki bu küçük yolculuklar? Eğer dikkatlice bakarsanız avlu kapılarında, bahçe duvarlarında, asırlık ağaçların gövdelerinde ya da ibadethanelerin avlusunda on yılların, yüz yılların geçit törenini izleyebilirsiniz. Eğer kulaklarınız ne aradığını biliyorsa, kapıları aşan fısıltıları, yüksek duvarların arkasındaki taş avlularda çınlayan kahkahaları, şen çocuk seslerini işitebilirsiniz. Ne yaşanmışlıklar, ne hikâyeler, ne ömürler vardır sessizlikle mühürlenmiş o duvarların arkasında.

İşi gücü bırakıp şehrin kuytularında hikâye kovalayasım var… Şansım yaver giderse, ya da burnum beni yanıltmazsa, herkesin birbirinin kısa pantolonlu çocukluk hallerini bildiği, bahçe kapılarının hala tanrı misafirlerine teklifsiz açıldığı, tavşankanı çayla demlenen sohbetler ederim. Sisli bakış, sararmış bir fotoğraf, tortusu geçmemiş bir anının peşine takılırım belki. Ezcümle, uzun zamandır işim bu; insan hikâyeleri kovalamak. Kolları sıvadım. Kısa vadeli bir yol haritası çizdim kendime.

Pazar sabahı erkenden kalkıp kayıt cihazımı, ajandamı attım çantaya. Önce tanıdıklardan başlamak daha akıllıca olacaktı. Eş dost ve yaşlı ziyareti sünnettir nihayetinde. Akşamdan birkaç arama yapıp kendimi kahvaltıya, ardından başka bir eve öğlen kahvesine, sonrasında da başka bir aileye ikindi çayına davet ettirdim, eli boş dönmeyi de cebime koyarak. Geçmişte kadın çalışmaları ve seçim süreçlerindeki ziyaretlerimden dolayı bu şehirde hoşnutlukla karşılanacağım, ailenin kızı gibi gören yüzlerce kapı var şükür.

Güneş olaydı iyiydi… Zira ben abartısız günışığı ile şarj olan bir mahlûkatım. Ama olsundu… Sonuçta yağmur da bir doğa şeysiydi… Sonbahar gibi bir sonbahar yaşıyoruz daha ne? Teklifsizliği ile arz-ı endam eden Ekim yağmurlarına aldırış etmeden şemsiyemi alıp çıktım sokağa. Uzun bir süre yürüdüm şehrin uyanmasını bekleyerek. Ana caddelerden değil, ara sokaklardan yürüdüm, bile bile çıkmaz sokaklara girdim, sonuna kadar gidip geri döndüm şımarık bir çocuk gibi.

Planlanan güzergâha girince endişe bastı. İlk evin kapısına yaklaşırken, fikrimin doğruluğundan şüpheye düştüm bir an. Basbayağı tuhaflıktı yaptığım. Karizmayı çizdirip dönmek vardı eve. Sonuçta beni başka bir kimlikle tanımışlardı onca yıl. Şimdi hikâyelerini anlatmalarını istiyordum. Hiç açmasa mıydım konuyu, çıkarmasa mıydım kayıt cihazını? Öylesine hoşbeş edip dönsem daha mı iyiydi? Elim gevezeliğe duran iç sesimi susturmak için zile bastı nihayet. Açılan sımsıcak kucakla her şey güzelleşti birden.

Yaşlı nineler ve dedeler hikâyelerini dinlemek istediğimi söylediğimde nasıl gururlandılar, nasıl keyiflendiler anlatamam. “ Eskiden yağmurlu havalarda, uzun kış gecelerinde ya da elektrikler kesildiğinde çocuklar battaniyelerin altına girer, anlattığımız hikâyeleri, masalları, söylenceleri dinlerdi. Önce bu televizyonlar çıktı, şimdi de akıllı telefonlar. Anlatmaya anlatmaya unuttuk be yavrum” diye başladı her anlatıcı. Kitaplarda yazılmamış, filmlere konu olmamış bir sürü hikâye, masal, mani aktı kayıt cihazıma. Güneşsiz ama keyifli bir Pazar geçirdim.

Yeni fikirler, yeni deneyimler her zaman iyidir. Arada ruhu serseriliğin tekinsiz yoldaşlığına vermek denenmelidir. Zihin açar, size kendinizle ve sınırlarınızla tanıştırır. Ve iç sesin ilk fısıltıları çoğunlukla doğruyu söyler, kulak vermek lazım.

Hikâyesi olan varsa itina ile dinlenir. Oldukça dağınık bir yazı farkındayım. Affedersiniz; bu aralar biraz serserilik var üzerimde… Hoş görünüz efendim.

Güzel hikâyeler biriktirmeniz dileğiyle…