Merhabalar.

Buralar, tam da bıraktığın gibi, hem karışık hem de darmadağınık. Benim umudum yok düzel(til)ebileceğine… Sen gittin gideli karışıp görüşeninin olmaması belki büyük rahatlık. Tabii, buralardayken, belki de hiç bu kadar rahat değildin…

Yooo… Yine rahat bırakmıyoruz seni… Şimdi de işte, mektuplarını yayımladı yayınevin. Bizim için iyi de, o mektuplarda yazılanların -aradan geçen bunca yılda- bizi nasıl etkilediği önemli. Geride kalanlar olduysa konu edilen, onlar düşünsün… Bence de. Haklısın.

Senin yazdıklarından…

“İstediği kadar toplumcu özler taşısın, mektup bireyseldir. Bireyseldir ve temelde bir gizliliği vardır. (…) Mektubu yazanın, yazdıklarını, yazdığı kişiden başka hiç kimsenin okumayacağı konusunda taşıdığı duygu, belki de mektup yazma özgürlüğünün en itici gücü, en belirgin özelliğidir. Mektup, yazılan kişiden başka okuyucusu olmadığı duygusuyla yazıldığı sürece en güzel yazılır sanıyorum” demişsin Cemal Süreya’nın “On Üç Günün Mektupları”nı yayınlarken.

Demek ki bireysel ve gizliliği olan mektuplar en güzel oluşlarının yanı sıra genel anlamıyla bağıra çağıra söylenemeyen şeylerin birbirlerinin kulaklarına fısıldanmasıdır, bir bakıma. İtiraz edilebilecek, polemik yaratılabilecek… tartışması giderek can sıkacak denli dallanıp budaklanabilecek konular rahatça ve açıkça yazılabilir. Demek ki mektup güven duyulan, duyduğunuz güveni sarsmayacak, boşa çıkartmayacak kişilere yazılır.

Erdal Öz’e yazılanlar…

Biz, bu birbirlerine güvenerek birçok gizi birbirine anlatan (ifşa denilebilir mi, bilemiyorum) insanların güvenini zedeliyoruz Can Yayınları’ndan çıkan Sevgili Erdal başlığıyla “Erdal Öz’e Mektuplar”ı okuyarak. Hem de birinci cilt. Kim bilir neler duyup öğreneceğiz…

Bir dönemin en önemli kişilerinden biri Erdal Öz; çok arkadaş/dost biriktirmiş… Çok şey anlatılmış kendisine… Ah ki, onun yazdıkları da saklanmış olsaydı keşke de yazılanlarca, onun düş/üncelerini de öğrenseydik. Kim bilir belki bir gün onlar da çıkar karşımıza… Okur öğreniriz, neyin ne olduğunu.

Sıra yorumda…

Behçet Necatigil, 12 Şubat 1963’te, mektubuna, “Mektubunun ilk satırları beni üzdü. Radyodan geçici bir süre için bile olsa ayrılmamın nedenleri -eğer bildirdiklerinse- pek de incir çekirdeğini doldurmaz şeyler” diye başlıyor… Necatigil çok konuya değinmiş, çok ilginç. Belki de çok sık yazışmanın, sürekli yazışmanın nedeniyle…

Bilge Karasu, “TDK’nın yazım kılavuzuna uyacak olduydum. Sonraları kendileri de o kuralı değiştirmiş… Metindeki düzeltmelerin %99,5’ini o düzeltmenin düzeltmesi oluşturuyor” diye yakınıyor. 34-35 yıl geçmiş aradan… değişen hiçbir şey yok, bu anlamda. Üzülmemek elde değil.

Asıl Yaşar Kemal’in mektuplarını okumalı… Gümbür gümbür sıralamış yukarıdan aşağı. Şimdi, aradan 40 yıl geçince gülüyor insan… ama çok acı(nası) konular, üzülmemek elde değil.

Yaşar Kemal, “yazarlar hapsedilmesin” demiş… sırf onun için Nobel mi verirler insana diye veryansın ediyor dedikoduculara… Bulgarlara, “fıkaralar” diyor ve ekliyor: “Bir milyon Türk’ü asimile etmeye benzemez Türkiye’de Yaşar Kemal’i yıkmak” diyor.

Sevgili Erdal Ağabey,

…bir araya gelir konuşurduk, ama hiç mektup yazmadım (ne büyük eksiklik), hiç mektup da almadım (o daha da büyük eksiklik). Şimdi aklıma gelen bir küçük soruyu sorsam… kızmazsın umarım.

12 Mart’ı yaşadın, 12 Eylül’ü de… Biz en küçük yazılı bir notu bile yok ederken (birçok yazar/çizer de) sen nasıl sakladın onca mektubu?

Ne iyi etmişsin saklayarak.

Belki bir gün görüşürüz… yerin vardır, besbelli beni ağırlayacak.

Sevgili Erdal “Erdal Öz’e Mektuplar” Cilt 1, Yayına hazırlayan Selim Bektaş, Can Yayınları, Şubat 2019, 423 s.

(siyasihaber4.org'ta yayımlanmıştır)