Son zamanlarda kuşak araştırmaları oldukça ilgi görüyor. Nesilleri anlamaya yönelik bu araştırmalar belli yıl aralıklarına göre kuşakların genel özelliklerini tespit etmeye çalışıyor. Halk arasında da Z kuşağının muhteşem olduğu konuşuluyor. Herkes sözleşmiş gibi Z kuşağının zehir gibi olduğunu diğer kuşaklardan çok farklı olduğunu yineleyip duruyor. Ben doğduğum yıl itibariyle X kuşağına mensubum. Yazılarımı takip eden kitlenin büyük bir bölümünün de aynı kuşak mensubu olduğunu düşünüyorum. Zira insan en çok anlamak ve anlaşılmak ister. Okuyorsa; yazanı anlamak yazıyorsa; yazdıklarının anlaşılmasını ister. Anlamak ve anlaşılmak için aynı kuşaktan olmanın katkısı yadsınamaz ölçüde. Bu nedenle bize yaşça uzak olan Z kuşağı Seksenler dizisini gülerek izlerken biz duygulu bir gülümseme ile izliyoruz. Anladıklarımız birbirinden oldukça farklı biliyorum…

Kaset sardığında kalemle tamir etmeyi, gazoz kapağı için kavgaya tutuşmayı, tek kanalda siyah beyaz çizgi film saatini iple çekmeyi anlatsak da anlayabilir mi? O yılları yaşamayan. Yazılarımı okuyup, beni arayıp “Yeliz beni ta o yıllara götürdün” diyerek kendi hikâyelerini anlatan ve duygulanan aynı kuşak mensubu dostlarımla ayrı bir bağımız var bu yüzden.

Geçenlerde bu dostlarımdan bir tanesi arayıp kitap almak için babasının cebinden gizlice para aldığını ve sonra yakalandığını anlattı gülerek. Ve öğretmen olan babasının kitap almak için para aldığını öğrendiğinde hiç kızmadığını da duygulanarak. O beni anlamıştı ben de onu anlıyordum. Biliyordum çünkü o zamanlar kitabın ne kadar kıymetli olduğunu. Almak zordu. Okumaya meraklı çocuklara kitap yetiştiremiyordu anne babalarımız. Bütçelerini zorluyordu.

Ben biraz daha şanslıydım. Babam da severdi okumayı ve köy okulunun müdür odasını kitaplarla doldurmuştu. Okurken zamanın nasıl geçtiğini anlamadığımdan çok uzun zamanlar geçirirdim o odada. Ortadan kaybolduğumda annem beni orada bulacağını bilirdi. Okuduklarım yaşımın üzerinde çoğunlukla anlamadığım kitaplardı ama okumak benim için bütün oyunlardan eğlenceliydi. Tatil olduğunda Artvin’e köye gittiğimizde odamdan uzak kalmak zor gelirdi bana. Köyde sıkılırdım. Çok çocuk olmazdı. Olan birkaç çocuk da tahta araba ile bayırdan aşağı kayarak eğlenen erkek çocukları idi. Bu sebeple köyde daha çok ihtiyaç duyardım kitaplara. Yanıma aldığım kitabı otobüste bitirdiğimden iner inmez annemi kitap alalım diye sıkıştırmaya başlardım. Annem yalvarmamdan bezip kırtasiyeye götürürdü beni. Bu seferde kırtasiyeciyi ikna etmek gerekirdi. Annem “Çocuğa okuma kitabı alacağız” diye beni gösterdiğinde adam hemen yaşıma uygun az sayfalı resimli masal kitaplarından çıkarırdı. “Amca bana kalın kitap ver” demem işe yaramıyordu. Kırtasiyecinin sorumluluk bilincine annemin de ucuza kaçmak istemesi eklenince iki incecik kitapla mutsuz çıkıyordum kırtasiyeden. Hal böyle olunca daha köy arabasına binmeden bitiveriyordu elimdekiler. Böyle böyle Dede korkut, Keloğlan masallarının neredeyse hepsini sattı bize sorumlu kırtasiyeci.

Ertesi sene köye gitmeyip ilçede yaşayan halamda kalarak bulmuştum çözümü. Halamın oğlunun çizgi romanları vardı en azından. En çok Red-Kit’i seviyordum. Tommiks de fena değildi ama o Zagor mudur nedir? Korkunç karanlık çizgilerini hiç sevemedim. Halamda kalmak istememin en büyük sebebi ise evinin halk kütüphanesine çok yakın olmasıydı. Her gün birkaç saatimi kütüphanede geçiriyordum. Orada da sorumlu bir kütüphane görevlisi olduğundan masal kitapları okumaya devam ediyordum. En azından kalın masal kitaplarıydı. Kötülere karşı savaşan ve hep kazanan iyileri, Prensese ulaşmak için dağlar geçen, ejderhalar ile savaşan prensleri, hiç bitmeyen sonsuz aşkları, fedakârca mücadele eden kahramanları okudum. Böylelikle uzun Artvin yazlarında masallar doldurdu çocuk dünyamı ve her okuduğum masalda yer buldum kendime. Bir gün kendi masalımı yazmanın hayalini kurarak büyüdüm.

Sonra renkli televizyon ve videokasetler girdi hayatımıza. “Yedinci Sanatın Masalları” dediğim Türk filmleri vazgeçilmezim oldu bu kez. İyiliği dostluğu güzelleyen samimiyet dolu filmlerde rol buldum kendime. Halit Akçatepe ile Tarık Akan’ın dostluğunu, Kadir İnanır ile Türkan Şoray’ın aşkını, Kemal Sunal’ın saflığını, Şener Şen’in bitmeyen enerjisini, Münir Özkul ile Adile Naşit’in güçlü aile bağlarını izleyerek kurdum hayallerimi.

Gençlikle beraber kitaplara ve filmlere müzik tutkusu da eklendi. Yeni kaseti çıksın da alalım diye heyecanla bekledim sevdiğim sanatçıyı. Doksanlarda gelişen pop çılgınlığına rağmen, Hikâyesi kafiye ile vücut bulmuş bestesi ile ruh kazanmış bir müzik yani türküler girdi dünyama. Her gün bir yenisi çıkan tekerleme şarkılardan daha derin daha anlamlı idi benim için türküler. Türkünün sözlerinden çok, onu yazanın yaşadıkları ve o türkünün neden yazıldığından etkileniyordum. Çocukken okuduğum masalları buluyordum türkülerde. Onları yazanlar da hayran olduğum kahramanlardı. Karakoç’un Mihriban’ına, Ertaş’ın Zahide’sine aşkı kadar Mahsuni’nin başkaldırısına, memleket sevdasına hayran oluyordum. Kendi masalımı yazmanın hayalini kurarken masalı yaşayıp yazabilen insanların varlığından umut doluyordum. Masallar gerçek olabiliyordu. Buna iyice inanmıştım üstelik.

Bu sebeplerle ben ve benim gibi büyüyen insanlar iyiliğin en yüce erdem olduğuna ve eninde sonunda kazanacağına inandık. İnsan kalma çabamızdan hiç vazgeçmedik. Dostluk denildiğinde fedakârlığı, vefayı, her şartta birlikte olmayı anladığımızdan her şeyimizi serdik dostlarımızın ayağına. Aile olmanın kutsallığına gücüne ve hep güvende olacağımıza inandığımızdan savunmasız sırtımızı dayadık ailemize. Sevince her şeyin değişeceğine, dünyanın güllük gülistanlık olacağına ve saf aşka inandığımızdan karşılıksız sevmeyi, dokunamasak da uzakta mutlu olduğunu bilmekle yetinmeyi ve beklemeyi öğrendik. İçinde aşk olmayan hiçbir birliktelik tatmin edemedi bizi. Ve her şeye rağmen gülmeyi, umut etmeyi, haksızlığa kayıtsız kalmamayı ve kötülükle savaşmayı düstur edindik kendimize.

Beni anlayabilen aynı kuşak dostlarım yüzünüzde duygulu bir gülümseme kaldı mı okurken? Geçmişe yolculuğa eşlik ettiniz mi benimle birlikte? Sizin de inandığınız masallarınız oldu mu hayatta? Hala inanıyor musunuz masallara? Yoksa masallara inanmayacak kadar büyüdük mü hepimiz? Ne oldu büyüdük de…

Bakalım şimdi ki duruma öyleyse;

Sokaklar birbirine selam vermeyen mutsuz asık suratlı insanlarla dolu. Gülenlerin gülücükleri her geçen gün daha yapay bir hal alıyor. Zihinler endişeli yürekler korku dolu ve her günümüz bir önceki günden daha güvensiz. Açlık, sefalet, savaşlar. Kutuplaşarak birbirini öldüren insanlar. Vahşice işlenen cinayetler. Aynı gökyüzünün altında yaşayan ama toprağı, doğayı ve yaşamı el birliğiyle bitiren insanlar. Hırs ele geçirmiş her yanı. Aşktan sevgiden uzaklaşan insanlık önce kendini sonra her şeyi yok ediyor. Ne biçim bir zamana denk geldik diye söylenmek vazgeçilmezimiz olmadı mı bugünlerde?

Sen masallar ile büyü. Aşka sevgiye dostluğa inan. İnsanlığın çektiği her acıyı içinde hisset. Kötülükle savaşmaktan yorgun olduğun halde doludizgin karanlığa koşan bir dünya da her şeye rağmen insan kalarak yaşamaya çalış. Birileri de herkesin korktuğu birine oturduğu yerden bir tık ile dislike cezası vererek muhteşem olsun.

Hadi ordannn!

Eyyyyyy!! Teknolojinin sonsuz imkânlarında, kendi odaklı büyümüş, en kıymet verdiği şey bilgisayar olan Z kuşağı sen mi büyüksün?

Hayır…

Hala derinlerde bir yerde masallara inanan ve her şeye rağmen gerçek dünyada yaşamaya ve kendi masalını yazmaya çalışan biz büyüğüz biz.