Saat gece yarısını çoktan geçmiş. Bu doldurduğum yedinci bardak ve yaktığım beşinci sigara. Önümde açık duran boş Word dosyasına bakmaktan kirpiklerimin dipleri yanmaya başladı. Evet, yazmak öyle ha deyince olmuyor. Sancılı bir iş. Yazma tutkusunu besleyen de bu sanırım. Ama bu sancı öyle bir sancı değil. Onu tanıyorum… Bu başka…

Heybemde bir sürü hikâyem var size anlatmak istediğim. Bi kamyon güzel duygum var mesela, sizinle paylaşmak için can attığım. Mesela, aşka dair bir yazı yazmak isterim. Ben ki bin yıldır sevda sözleri biriktirmişim dudağımın kuytusunda… Bakmayın aşkı aşikâr etmenin erkeklerin tekelinde olmasına. Kadınlar da güzel sever… Hepimizin hayat çizgisinde çetin virajlar, zorlu yollar, ömür törpüsü kederler, onmaz acılar ve çaresizlikler var. Hepimiz payımıza düşeni yaşıyoruz, eksik ya da fazla. Oysa ben bunlardan bahsetmek istemiyordum. Ve zaman zaman hatırlarız, her şeye rağmen güzellikler de var hayatımızda. Hayata dair, insana dair umutlu cümleler aksın istedim baştan aşağı.

Muradım her okurun yüzünde bir tebessüm bırakmaktı. Masanın başına oturup, çayımı yudumlarken de bu niyetteydim. Ta ki, ekranın sağ alt köşesinde tarihi görene kadar. 10.10.2017.

10 Ekim Ankara Katliamı’ nın yıldönümü. Hayır… Hayır, bunun üzerine yazmayacağım tek kelime. Söyleyecek tek sözüm yok. Ama çok duygum var. Öfkeliyim. Yapanlara, yaptıranlara, göz yumanlara, susanlara öfkeliyim. Acılıyım. Gidenlere, geride kalanlara, ülkeme ve bizlere olanlardan dolayı acılıyım. Gencecik çocuklarımızın yaslarının yıl dönümlerini biriktirdik güneşli günler yerine. Ölü çocuklar ülkesi oldu üç tarafı denizlerle çevrili, dört iklimi aynı anda yaşayan coğrafyamız. Katliam sözcüğünün sözlük anlamını unutup kolayca hayatımıza sokuverdik. Düşünsenize; dehşet bir kelime; katliam!

Katilleri tanıyoruz ilk günden beri. Ellerini kollarını sallaya sallaya, kuş uçsa haberimiz olan (!) sınırlarımızdan geçip, yine güvenli bir şekilde başkentin göbeğine nasıl geldiklerini, bombalı saldırı olacağının emniyetçe günler öncesinden nasıl bilindiğini daha sonra soruşturma detaylarında gördük. Başka ülke de olsa hükümet düşürecek gelişmeler. Ama burası Türkiye, değil mi? Yandaş medya mahcup hamlelerle, ülkenin en büyük katliamı ile ilgili ortaya çıkan gerçekleri vermedi bile. Barış için, başka çocuklar ölmesin demek için gittiler, seslerini bir yerlere duyuracaklarına inanarak. Birer barış güvercini olup gittiler aramızdan.

Zihnimden hızla, bir biri ardına geçen karelerle sonrasında olanları hatırladım. Her gün “daha kötüsü olamaz canım, değil mi” diye teselli ettik bir birimizi. Ama her sabah daha kötüsüne uyandık. Bir sürü insanımız öldü. Hepimiz de oturup izledik. Ses çıkaranlar, itiraz edenler tutuklandı, hain, dinsiz, devlet düşmanı, terörist ilan edildi ki, bu günlerde çok kolay bir kariyer. Ülkenin akademileri boşaltıldı, en güzel kim susar, en iyi kim yalakalık yapar ve en güzel kim düğme iliklerse onlar getirildi ömürlük çalışmalarla kazanılmış kürsülere, boşalan koltuklara. Ve daha bir sürü çirkinlik yaşadık, bedelini yıllar sonra çekeceğimiz adımlar atıldı. Ülkenin yarısı olan bitenden habersiz, satılmış tv.’lerde boğazda yalılarla, yakınlarına verilen ihaleler ile satın alınmış gazeteciler ülkeyi bir masala inandırma gayretinde. Çok, çok büyük devlet… Her şey şahane… Batı bizi kıskanıyor… O kadar büyük bir devlet ki tek bir farklı düşünce ile bölüneceğinden korkuluyor. O derece yani. Teknoloji ve finans devi, refah anlamında bizden 100-150 yıl önde ülkelerin bizi kıskandığı masalı en tutanından. Bir ülke, bir devlet göz göre göre kendini nasıl karanlığa sürükler, canlı canlı yaşıyoruz. Ve hepsi bir zır delinin kişisel ikbali uğruna…

En son Muğla’da terörist oldukları düşünülen 7 kişi otoyolda gözaltına alınıp, ters kelepçe ile asvaltın üzerinde elbiseleri çıkartılarak çıplak sergilendi. Önceleri başka partideyken halkın yanındayım deyip sonunda güçlü olanda demir atan sevgili İç işleri Bakanı onların Lazkiye’den Muğla’ya gelen teröristler olduğunu çıktı söyledi. Cahillik zor zanaat. Attın mı biraz destekli atacaksın anacım. Herkes inandı mı buna bilmemem tabi. Sonra ne oldu? Aslında onların müteahhitten paralarını almaya çalışan inşaat işçileri olduğu, paralarının üzerine yatmak isteyen uyanık geçinen yüreği kirli müteahhitin ihbarı üzerine aklı evvel bir kolluk amirinin büyük operasyonu ile yapıldığı ortaya çıktı. Baştaki ağzından köpükler saçarcasına çevreye nefret kusunca zincirin her halkası da aynı şeyi yapıyor haliyle. Eşyanın doğası bu. Eminim Kürtler ve sosyalistler dışında pek rahatsız olan da olmamıştır Kürt işçilerin uğradığı bu aşağılanma ve rezaletten. Baştakiler tarafından 7/24 boş keseden ırkçı, ötekileştiren, aşağılayan söylemler sarf edilince taban da bu kıvama geliyor haliyle. Velev ki terörist olsunlar, suçlu olsunlar, böyle mi yapılmalı? İnsanlık onuru nerede kaldı? Kabile devleti miyiz ki? Büyük devlet olmak her koşulda, her şartta sağduyu ve insan haklarını gözetmeyi gerektirmez mi? Hoşgörü dinine mensup olmakla övünürken bu zombilik niye? Hadi devlet yetkilileri böyle, ya toplum, ya biz? Hani çok vicdanlı toplum, çok ahlaklı bir millettik? Müslümanlığı turnusol kâğıdı gibi gören dini bütün halkımız hiç Allah’ın gücüne gider demedi mi? Bu görüntü İsrail’de Filistinlilere yapılsaydı şehirlerimizin meydanlarında İsrail bayrakları yakılırdı. Son zamanlarda vatandaşlarımız çok kültürlü ve eğitimli olmaları hasebi ile ülke bayraklarını karıştırıyor ekseriyetle ama olsun. Faşizm de akıl aramak bilimsel bir hata olur zaten. Ya da Avrupa’da Müslümanlara yapılsaydı, çıkar televizyonlarda hönkürürdük sabah akşam…

(Off, içim kıyıldı… Bence de bitsin artık bu yazı. )

Naçizane önerim; sinemaya gidin, kitap okuyun, tiyatro izleyin, müzik dinleyin. Çocuklarla, hayvanlarla zaman geçirin. Büyüklerimizin de dediği gibi televizyonlar birer aptal kutusu. Onun için bütün devlet kurumlarının bekleme salonlarında, idareci odalarında dev ekran televizyonlarda gün boyu tek kanal açık. Bir zamanlar Stv açıktı, şimdi de A haber açık… Bir gülme geldi birden… Demem o ki, evlerimizdeki aptal kutusu televizyonlarla uyutuyorlar bizleri. Asık suratlı büyük büyük adamlar çıkıp büyük büyük yalanlar söylüyor. Yalan ne kadar büyükse, inandırıcılığı o kadar artıyor demiş, Hitler’in enformasyondan sorumlu yardımcısı… Gündüz programları zaten bir delilik. İki genci el ele görünce namus bekçisi kesilen güzide halkımız, o programlarda her gün bir başkası ile randevulaşan, milyonların gözü önünde flört eden katılımcıları zevkle izliyor. Çok ahlâklı ve çok dürüstüz vesselam... Neyse ki dizilerimiz bize, halkın % 80’ninin, önündeki en az on yılını borçlu geçireceği gerçeğini unutturuyor neyse ki.

( Daha pozitif olayım, güzel şeyler yazayım diyorum ki, paçamı kaptırıyorum yine. Ellerime biber süreceğim. )

Evet, nerede kalmıştık? Sanatla uğraşandan, türkü çığırandan, enstrüman çalandan zarar gelmez. Çocuklarınızı sanata, bilime ve spora yönlendirin, destekleyin. Evlerinizdeki kara kutuları kapatın. Hayat akıp geçiyor kıyımızdan. Çıkın dışarı, hayatı yakalayın. Mevsimlerin doğaya dokunuşlarını izleyin. İyilik düşünün, iyilik yapın. Kendiniz ve sevdikleriniz için ertelediğiniz şeyleri yapmayı öne alın. Güzel anlar biriktirin. Kötülüğe küfretmek yerine iyiliği çoğaltmaya çalışın. Kötülüğü alt etmenin en doğru yolu da budur. Eş dost ziyareti yapın. Eski dostlarınızla oturup eskileri konuşun. Haklısınız, gündemden uzak kalmayalım tabi. Ama gündemi farklı kaynaklardan izleyin derim. İnternette başka haber kanalları ve gazeteler var. Göreceksiniz madalyonun diğer yüzünde ne yazdığını. Gerçekte neler olup bittiğini anlamanız zaman almayacaktır.

Kitap fuarları başladı, film festivalleri, sinema günleri, müzik turneleri… Sonbahar için kaçırılmayacak etkinlikler başladı. Şimdiye kadar yaptığınız, bugün yapmakta olduğunuz ne varsa biraz bunun dışına çıkın. Ufkunuz açılacak göreceksiniz. Yeni gruplar tanıyın, yeni hobiler ve uğraşlar edinin. Bir gün, gitme vakti gelip de arkasına dönüp baktığında; “ güzel bir hayat yaşadım be!” diyebilmeli insan. Hele de “güzel ve onurlu yaşadım” diyebiliyorsa ne âlâ. Ki hayat sandığımızın aksine o kadar da uzun değilmiş.

Yazımı bitirirken bir hatırlatma notu bırakmak istiyorum. Bunu ısrarla bize unutturmaya çalışanlara inat lütfen arada hatırlayın.

Herkes bizim inandığımıza inanmak zorunda değil. Kimse bizim düşüncelerimize katılmak, bizim gibi olmak, bizi sevmek, bizim gibi yaşamak zorunda değil. Yaratıcı bile doğayı renk renk, çeşit çeşit; insanları yüzlerce, binlerce farklı ırkta ve dilde yaratmışken, benim ne haddime herkese kendi doğrumu, inancımı ve kimliğimi dayatmak. Doğa, sabah akşam; “bütünün bir parçasısın ve kıymetlisin ama bütünü oluşturan her parça senin kadar kıymetli” mesajını fısıldarken, ben kimim ki?

Ve bir gün… Bir gün mutlaka; insanlık onuru karanlığı yenecek!

Güzel ve onurlu bir yaşam yolculuğu diliyorum. Yüreğinize bıraktığım kasveti, bir dahaki yazımda telafi edebilmeyi umuyorum. Umutla kalın efendim…