Yolsuzluk, siyaseti takip edenlerin en sık duyduğu sözcüklerden biri. Dünden bugüne, Türkiye’de her muhalefet iktidarı yolsuzluk ile itham eder, iktidar olması halinde yolsuzlukla nasıl mücadele edeceğini seçmenlere anlatır. Boşa harcanan kaynakların kendi iktidarlarında kalkınmaya harcanacağını ve halkın refah seviyesinin yükseleceğini iddia eder. Muhalefet eden sol bir parti ise bu kaynakların sosyal harcamalara harcanacağı, sağ bir parti ise yatırımlar dolayımı ile istihdama ve ekonominin büyümesine kullanılacağı vurgusu öne çıkar. Peki bu propaganda halkta karşılık buluyor mu?

Sanırım bu cevabı kolayca verilecek bir soru değil. Ben CHP’nin kazandığı İstanbul seçimlerinde yolsuzluk yerine israf kelimesini kullanmasının seçim sonuçlarını ciddi oranda etkilediğine inancının bu soru ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Yanlış anlaşılmasın, bu kelime farklılığının seçim kazandıracak derecede önemli bir değişiklik olduğu iddialarını önemsemiyor, hatta ‘soldan’ önemsenmesini tuhaf buluyorum. Bununla birlikte, yolsuzluk yerine başka kelime aranmasını, ‘yolsuzlukla mücadele’ söyleminin halk tarafından yeterince itibar görmediğinin kabulü olarak düşündüğüm için bu konu üzerine kafa yormak gerektiğini söylüyorum. Bir başka soru da,‘yolsuzlukla mücadele’ deyince durumun kendisi ile ilgisini kuramayan geniş halk kitleleri, ‘çalıyor ama çalışıyor’ ya da ‘bal tutan parmağını yalar’ gibi cümlelerin anlattığını bir tür doğa kanunu olarak düşünüyor olabilir mi? Böyle düşünüyorsa eğer, bunda muhalefetin söyleminin katkısı var mı? Bence üzerine konuşmaya değer.

En son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim ben semantik bir problem olduğu, yani geniş kitlelerin bu ilgisizliğinin durumu tarif ederken kullanılan kelimenin kendi dünya görüşlerine uygun olup olmaması ile alakalı olduğu kanısında değilim. Sorunun sınıf perspektifinden yoksun bir yolsuzluk tarifinde ve ‘yolsuzlukla mücadele söylemi' nin kendisinde olduğunu düşünüyorum. Düşüncemi anlatmaya çalışayım.

Nedir bu yolsuzluk ve siyasette hangi halleri tarif için kullanılıyor sorusu ile başlayabiliriz. Yolsuzluğu Dünya Bankası ‘kamu görevinin özel çıkar sağlamak için kötüye kullanılması’, Uluslararası Şeffaflık Örgütü ise, ‘sadece kamu gücüyle sınırlı olmayan herhangi bir görevin özel çıkarlar için kötüye kullanılması’ olarak tanımlıyor. Ülkemizde -sosyal demokrat siyasetçiler de dahil-, muhalefetin kelimeyi bu tanımlara yakın bir biçimde kullandığını söylemek yanlış olmaz. Ben bu tanımların tarif edilmek istenen durumu açıklamak konusunda yetersiz kaldığını hatta kimi zaman gerçeğin üstünü örtmeye yaradığını düşünüyorum.

İlk olarak, bu tanım yolsuzluk diye tarif edilen durumu yetki sahibinin ahlak yoksunluğuna indirgeyerek, yapılanın bir kesimden bir başka kesime sermaye transferi olduğu gerçeğini perdeliyor. Yani temel sorun ahlak yoksunu ya da liyakatsiz yöneticilermiş algısı yaratıyor. Durumu böyle tarif edince de haliyle çözüm dürüst yöneticilerin göreve gelmesi ve güçlü denetim mekanizmaları oluyor. Türkiye’de yaşayan bir insan olarak böyle bir şeyin olmadığını söylemem haliyle abes olur. Ama durumu böyle tarif etmenin kullanılan kaynağın nereye gittiği sorusunu arka planda bıraktığını görmek gerekiyor. Bunu neredeyse ömürleri boyunca sağ iktidarlarca yönetilmiş geniş halk kitlelerinin, çar çur edildiği söylenen kaynakların edilmese bile kendileri için harcanmayacağı inancına sahip olmasından ayrı düşünmemek lazım. Bu inancı Türkiye sağının ‘ideolojik başarı’sı ya da solun ideolojik mücadele eksikliği diye tanımlasak bile gerçeklik bu.

İkincisi, sorunun bizdeki kapitalizmin çarpıklığından kaynaklandığına dair yaygın inanış ve bunu sürekli besleyen muhalefet söylemi. Bu inanışa göre kapitalizmin batıdaki ülkeler kadar kurallı ve gelişkin olmaması, denetim mekanizmalarının da kurumsallaşmamış olmasına, o da yolsuzluk denen olgu ile daha fazla karşılaşmamıza neden oluyor. Çıkan sonuç, bir türlü kavuşamadığımız ve bitmek bilmeyen bir ideal kapitalizm arayışı.

Peki gerçek öyle mi?

Tarihe baktığımızda kapitalizmin tarihsel gelişimi bize aksini söylüyor. Kapitalizm, sermaye birikimine dayanan bir sistem ve devlet aygıtının temel işlevi bu birikimin önündeki engelleri kaldırmak. Kimi zaman kurallar koyarak kimi zaman ise kuralsızlaştırarak. Üstelik bu sadece bizim ülkemizde değil dünyanın her yerinde böyle.

Ne demek istediğimi en iyi anlatan kitaplardan biri geçtiğimiz yıl genç yaşta kanserden yitirdiğimiz barış akademisyeni Nuray Ergüneş’ in doktora tezi*. Ergüneş, 1980 sonrası bankacılık sisteminin yeniden yapılandırmasında yolsuzluk ve sermaye birikimi ilişkisini detaylıca anlatıyor. Kendisinin kelimeleri ile söylersek, ‘Türkiye’de 1980 sonrası bankacılık sektöründe yaşanan ‘yolsuzlukların tarihi’ aynı zamanda Türkiye’de 1980 sonrası sermaye birikiminin gereklerine göre para-sermayenin yeniden yapılanması tarihinin bir mecrasıdır.’ Kitabı edinip okuduğunuzda, bankalar eli ile toplanan sermayenin nasıl kullanıldığını, o dönemin batan ve ayakta kalan bankalarının çok da birbirinden farklı şeyler yapmadığını ve hatta yaşı yetenlerin hatırlayacağı o büyük yolsuzluk skandallarının aktörlerinin ne derece kariyerli, eğitimli ve liyakat ile mevkilerine gelmiş kişiler olduklarını açıkça görüyorsunuz.Bu sadece 80'lere özgü değil. İster Cumhuriyetin kuruluşunda 'aferist**' lere bakın, isterseniz bugünün yandaş sermayesine aynı şeyi göreceksiniz.

İyi güzel söylüyorsun ama mesela, ‘Haydarpaşa Garı’nın devri gibi bir vaka neden Almanya’da yaşanmıyor?’ diyebilirsiniz. Haklısınız. Burada belki bize ve bize benzer ülkelere özgü denilebilecek şey budur. ‘Klientalizm’. Türkçesi ile eş dost kayırmacılığı ya da ahbap kapitalizmi. Türkiye’de sermaye birikimi sürecinde belirleyici rolü olan devletin yetkililerinin, yetkilerini akrabalık, siyasi yakınlık gibi nedenlerle kayırmacı biçimde kullanmaları. Bu gerçektir ve bize özgü denilebilir ama bu bile konunun esasını değiştirmez. Ortada kamuya yani bize, hepimize ait kaynak, taşınmaz ya da tasarruflar vardır. Bu bizden birilerine, çoğunluktan azınlığa, halk kitlelerinden sermaye çevrelerine transfer edilmektedir. Bu kimi zaman yasa zorlanarak kimi zaman yasaya çok uygun, kimi zaman hak etmeden o makama gelmiş kişiler tarafından kimi zaman dünyanın en iyi diplomalarına sahip kişiler tarafından yapılır. Lakin konunun özü aynıdır.

Yazıyı buraya kadar okumuş ve ‘biz insanlara yolsuzluk kelimesinin itici geldiği inancındayız, yerine kelime arıyoruz. Sen bize doktora tezinden, sermaye transferi gibi tumturaklı laflardan bahsediyorsun’ diye aklından geçirmiş olanlar olabilir. O zaman öyle doktora tezinden ya da 30 yıl öncesinden falan değil, yakın dönemden bir örnek vereyim.

Belki okumuşsunuzdur, Birleşik Metal Sendikası Araştırma Merkezi geçen yıl detaylı bir açıklama yayınladı. Açıklamada 2000 yılından beri çalışanlardan İşsizlik Sigortası primi olarak kesilen kesintilerden oluşmuş olan İşsizlik Fonu’nun nasıl talan edildiği detaylı biçimde anlatılıyor. Çalışanların işsiz kalmaları halinde bir güvenceye sahip olmaları için ödedikleri primlerden oluşan fon, önce yasa değişikliği ile amacı dışında kullanımına uygun hale getirilmiş. Ardından fonun belli kısmının İş-kur’ a aktarılması için gerekli düzenleme yapılmış. Daha sonra, işbaşı eğitimi adı altında işveren tarafından ücreti ödenmesi gereken işçilerin maaşları bu fondan ödenmiş. Yetmemiş, fon gelirleri vergi kapsamına alınmış. 2008 yılında fon, işsizlere ödediğinin yarısı kadar meblayı hazineye aktarmış. DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu geçen ay yaptığı açıklamada, işverenlerin fona ödedikleri 100 tl’lik katkıya karşı 116tl’ yı fondan kullandıklarını söylüyor.

O zaman şu soru akla geliyor. Bu örneği nasıl tanımlayacağız? İşlem yasaya uygun, uygulayıcıları muhtemeldir liyakat ile oraya atanmış, diplomalı kişiler. O zaman bu yolsuzluk ya da israf değil. Peki ne? İster maaş kesintileri ile oluşturulmuş fonlar, isterse büyük bölümü maaş kesintilerinden oluşan bütçe yatırımları ile 80 yıldır kurulmuş fabrikalar, yapılmış binalar olsun, fark etmez. Halkın çoğunluğunun emeği ile oluşturulmuş olanların, politik, ekonomik tercihler nedeni ile bir kesime transfer edildiğini vurgulamayan her tanım eksik kalacaktır. Adına ister yolsuzluk deyin isterse israf. Bir yerde bir şey eksiliyor ise bir başka yerde bir şey birikiyordur. Eksileni söyleyip, birikeni söylememek olmaz. Tahterevalli gibi düşünün, birileri yukarıda ise bu birileri aşağıda olduğu içindir.

Kendini sol olarak tanımlayanlara düşen, kendisinin devamı için yolsuzluklara muhtaç olan bir ekonomik, toplumsal sistemi, idari değişiklikler ile yönetmeye talip olmak değil, halkın oluşturduğu kaynakların halk için kullanılacağı bir düzenin mümkün olduğunu onlara anlatmaktır. Bunu söylemeksizin, yolsuzluk ya da israf adına ne derseniz deyin, söylediğiniz eksik ve insanları ikna etmekten uzak olacaktır.

Hem nasıl diyordu Nazım;

‘ellerinizden geçinen
ve ellerinizden başka her şey
herkes yalan söylüyorsa...

...

Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız
bu ölümlü, bu yaşanası dünyada
bu bezirgan saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.’

O zaman bize düşen ısrarla gerçekleri söyleyemeye devam etmek. Bir dahaki yazıda görüşmek üzere..

*Ergüneş Nuray, Bankalar,Birikim,Yolsuzluk 1980 sonrası Türkiye'de Bankacılık Sektörü, SAV Sosyal Araştırmalar Vakfı, (2008)

**İş Bankası'nı temsil eden politikacılar ve nüfuzlu kişiler için bankanın Fransızca karşılığı olan Banque d'Affaires'den esinlenerek kullanılan, fakat aynı zamanda 'çıkarcı' manasına da gelen sözcük.