Açlığın müfredatı

Aydın’da bir ortaokulun önünde, çocuklar kaldırım taşına oturmuş, ellerinde evden getirdikleri yemeklerle öğle arası yapıyor. Çünkü okulun yemekhanesi yalnızca ücretli yemek alan öğrencileri içeri alıyor. Diğerleri ne yemekhaneye ne de sınıfa girebiliyor.

Yemekhane ücretleri artık bir eğitim harcına değil, bir sınıfsal eleğe dönüşmüş durumda.Asgari ücretle geçinen, üç çocuklu bir ailenin bu ücretleri düzenli olarak ödemesi neredeyse imkânsız. O yüzden bazı çocuklar yemekhaneye giremiyor; çünkü anneleri fatura, kira, mutfak arasında o “yemekhane bedelini” denkleştiremiyor.Kaldırımda yemek yemek, yoksulluğun yeni “kural dışı davranışı” haline geliyor.

Biz, açlığı değil; açlığın nasıl yönetildiğini izliyoruz.

Bu ülkede yoksulluk artık sadece evlerde değil, teneffüslerde yaşanıyor.Bir çocuk, “Yemeğimi nerede yiyeceğim?” sorusuyla baş başa bırakılıyor.Sistemin verdiği yanıt ise şu: “Yemeğini yiyebilirsin ama bizimle değil.”

Açlık burada yalnızca mideyle ilgili bir mesele değil.Bir çocuğun onuruyla, aidiyet duygusuyla, hatta varlığıyla ilgilidir.Devletin gözünde “ücret ödemeyen öğrenci” kategorisine düşen çocuk, artık yalnızca aç değil, aynı zamanda istenmeyendir.

Yoksulluğu gizlemek yerine cezalandıran bir düzenin içindeyiz.Yemekhanenin kapısı, adeta toplumsal bir sınıfın kapısı gibi kapanıyor:İçeridekiler “hak edenler”, dışarıdakiler “fazlalıklar.”

Bir dilim ekmek, çocukları ikiye bölüyor.Kimin yemekhanede oturabileceğine fiş karar veriyor.Kaldırıma oturan çocuk, aslında yalnızca yemeğini değil, toplumun vicdanını da yere bırakıyor.Oysa okul, eşitlemesi gereken yeri ayırıyor; öğretmesi gereken yeri unutturuyor.

Okula giden çocuklar bir zamanlar defter yerine karneye un, süt, ekmek umuduyla bakıyordu. Kapitalizmin çarkı durduğunda, ilk ezilen hep emekçi çocuklarıydı.

Yine de Büyük Buhran’da bile insanlar birbirine sırt çevirmedi. İngiltere’de işçiler okul mutfakları kurdu, Amerika’da öğretmenler maaşlarından kesip süt dağıttı, İspanya’da Cumhuriyetçi kadınlar savaşın ortasında bile çocuklara sıcak çorba verdi.

Ve şimdi buradan okul yönetimine sesleniyorum:Büyük Buhran’da bile çocuklara kapı kapanmadı.Ama siz, 2025’te, çocuklara bir kapı eşiği bile bırakmadınız.

Bugün ise aynı açlık, sadece biçim değiştirerek yeniden sahneleniyor.Artık çocukların boş tabakları değil, istatistiklerin satır araları konuşuyor.Reklam panolarında “geleceğe yatırım” diyenler, bütçede çocukların yemeğini “tasarruf kalemi” olarak gösteriyor.

Devletin dili değişti; açlık “yoksunluk oranı”, adaletsizlik “ekonomik denge” adını aldı.Ama o kaldırımda oturan çocuk, bütün bu kelime oyunlarını bir lokmada boşa çıkarıyor.Çünkü orada, betona oturmuş bir beden değil, sistemin en çıplak gerçeği duruyor:

Bir ülke, kendi çocuklarını doyuramadığı yerde büyüyemez.

Ama biz, bütçesini betona, silaha, gösteriye ayırıp çocukların tabağını boş bırakan bir düzende, geleceğimizi kaldırıma yatırdık.Oysa bir tabak yemek, bir sistemi değil belki, ama bir vicdanı devrimci biçimde değiştirebilir.

Ve belki de bugün, o kaldırım taşının üstünde, yeni bir eşitlik bilincinin ilk taşı çoktan konulmuştur.