Fıtrat mı? Cinayet mi?

Yaşadığımız tüm acılar ve adaletsizlik gerçekte fıtrat mı? Yoksa iktidarın hayalindeki İslami ve totaliter rejime geçişte neye mal olursa olsun yaptığı tercihlerin sonucu mu? “Kadının doğasında var, kadın-erkek fıtratı, yoksul kadın, makbul kadın, genel ahlak” gibi kavramlar hepimizin günlük yaşamına girdi. Bu kavramların yarattığı anlayışın, kadına şiddet ve kadın cinayetlerine varan sonuçları olduğunu artık biliyoruz. Yüzyıllar boyunca kadınlar; tanımlanmaya, bir kalıba sokulmaya çalışıldı. Çünkü iktidar ve güç istiyorsanız size ezebileceğiniz bir öteki gerekir. Ev ilişkisi veya devlet yönetimi, farketmez.

Erkekler kadınları neden öldürüyor?

Erkek ve Kadın olmaya atfedilen rollerin doğal olup olmadığını sorgulayarak başlayabiliriz. Kadın cinayetlerinin son bulması için bu sorunun kökenine inmeli ve bunları konuşmaya daha görünür kılmaya başlamalıyız. Çünkü bir erkek bir kadını, aniden gelen münferit bir öfke haliyle öldürmüyor.

Bugüne kadar öğrendiğimiz tarih, erkek tarihidir. Dolayısıyla erkeklerin yazdığı, yönettiği ve oynadığı, kadının hiç var olmadığı bir tarih okuduk. Ama gerçekte kadınlar da hep vardı. Bize “dünya var olduğundan beri erkek ve kadına atfedilen roller vardı, kimse rahatsız olmadan rollerini oynadı” yalanını satmaya çalışıyorlar. Ama bugün bu yalana kimse inanmıyor. Kadınlar tarihi yeniden yazıyorlar. ​Tarihin tozlu sayfalarında feminist bilim insanları, (antropoloji, sosyaloji, psikoloji vb. Birarada) kadınları insan tarihinin bir parçası yapıyor. İlksel tarih; bize erkeklerle kadınların kemik ve kas yapılarının incelendiğinde aslında iki cinsin de aynı güçte olduğunu, farklılıkların yüzyıllar boyunca kadının eve hapsedilerek edilgen hale gelmesiyle başladığını ispatladı. Erkeklerin doğuştan saldırgan olduğu da bir yalan. İlksel çağda henüz akıl da büyük hayvanları avlayabilecek kadar gelişkin değil. Evrim içinde bebeklerin bağımlılığı arttıkça, insanlar yırtıcılardan korunma amacıyla saldırı duygusunu öğrendiğini artık biliyoruz.Aynı zamanda tarihçiler bebeklerin korunması ve bakımı konusunda kadınların kollektif düşünmeye , iletişim kurmay daha erken başladığını söylüyor. Bu bilgiler ışığında, bugünün doğalına göre düşünürsek erkeklerin değil kadınların daha saldırgan olması gerektiği sonucuna varırız. Bugün, ilksel insanların eşit bir yaşamı olduğunu biliyoruz. Eşitsizlik ise özel mülkiyet ve sanayi devrimleri ile ataerkil yapının güçlendirilmesi, kapitalizm ile işbirliğinin sonucu gerçekleşmiştir. Asıl gerçek; doğal yaşamda güç, iktidar ilişkilerinin olmadığı dolayısıyla da kadın-erkek eşit bir yaşam sürüldüğüdür. Doğal olan tüm cinsiyetlerin eşitliğidir.

Bütün bu araştırmaların tek bir amacı var. Kadınlar da tarih boyunca “üretken, akıllı, yaratıcı, topluma faydalı” oldular. Yani “KADIN İNSANDIR” dünya da yaşayan her canlı gibi hakları vardır. Ne acı ki kadınların, yüzyıllardır sadece “ben de insanım” demesi yetmedi.

Eşitliğin ilkelerini kim belirliyor?

Belki benden güçlüsün, belki daha akıllı! Bu eşit olmanın önünde engel mi? Farklı olmak eşit olmanın önünde engel mi? Asıl mesele farklılıklar değil egemenlik üzerine kurulan ilişkiler sonucunda

yüzyıllar boyunca, kadınların “pasif, korunmaya muhtaç, kendi düşünceleri olamayacak kadar aciz, zayıf, sahip çıkılması gereken” varlıklar olarak gösterilmesidir.

Bu yalana tutunarak erkeklik rolleri inşa edildi. Erkeklere bir ayna gerekiyordu. Baktıklarında kendilerini var edebilecekleri bir ayna... Edilgen, uysal, itaatkar köleleri olan, koruyup kollayacakları, “namuslarına sahip çıkacakları” kadınlar üzerinden sağlanan erkekliği hemen benimsediler. Cinsellik kutsallaştırılıp, tabulaştırıldı. Erkeklik kadınlık üzerinden tanımlandı.

Din, devlet, yasalar, iktidarlar, sermaye ataerkiyi daha da güçlendirdi. Yüzlerce yıl, itaat etmeyen kadınlar; hasta, histerik diye hapsedildi, aşağılandı, itibarsızlaştırıldı, yalnızlaştırıldı. Cadı diye yakıldı. Köle diye satıldı. Erk bugün hala kadınlara boyun eğdirmek için aynı yalanlarla toplumu yönlendirmeye devam ediyor.

Biz kadınlar, sizin “erkek” doğalınızı kabul etmiyoruz! Sadece anne olmak, hizmetçiniz olmak, itaatkar köleleriniz olmak, yansıtıcılarınız olmaktan daha fazlasıyız. Biz de insanız ve doğal olan da insani temel haklarımızı talep etme hakkımızdır. Düşünen, üreten, yaratan, duyguları olan, hayalleri olan her insan gibi birey olarak tanımlanma hakkımızın peşindeyiz.

Ev işi, annelik, bakım hizmeti kadının doğasında vardır anlayışı. “Kadınlar uysal varlıklardır, kendi kararlarını veremeyecek acziyettedir. Sahip çıkılmalı, korunmalı, kollanmalıdır. Kadının namusu. Ailenin namusu” anlayışının bizi getirdiği nokta kadın cinayetleridir.

Kadın cinayetleri politiktir. Aslında tüm kadın meselesi politiktir.

Tarih boyunca egemenlere ezilen gerekliydi. Egemenliğin ilk kuralı, hükmedebileceğiniz bir güruh (kitle, öteki, cinsiyet) yaratmaktır. Kadınlar ve çocuklar bu amaca hizmet edebilecek en iyi örneklerdi.

İkinci kural ise hem ezilene hem karşısındakine bunu inandırmaktır. Bunun da en iyi yolu İktidara gelen hükümetleri kontrol, inanç sömürüsü, gelenek görenek kisvesi ile bütüncül politikalarla ataerkiyi besleyerek sermayeye hizmettir. Üzülerek ifade ediyorum ki bu iktidar için canımızın hiçbir kıymeti yoktur.

Maalesef yakın zamanda Dilovasın’da yaşadığımız, cehennem çukurunda içinde çocukların da bulunduğu (üçü kız çocuğu üçü kadın) altı can, işçi cinayeti sonucu hayatını yitirmiştir. Bir kişi 16/12/2024 tarihinde fabrikanın ruhsatsız olduğu, sigortasız işçi çalıştırıldığı, iş güvenliğinin olmadığı, çocuk işçi çalıştırıldığını cimer’e şikayet ettiği halde şikayeti dikkate alınmamış, Fabrika denetlenmemiştir. Göz göre göre gelen bu facia ne fıtrattır, ne de kaderdir. İşçi cinayetidir. Kadınları yoksulluğu ile tehdit eden patron; Kadınları açlıkla terbiye ederek onlara hükmetmiştir. Tarihte kadına tahakküm şekil değiştirse de sonuç aynıdır. İtaat etmeyen her kadın ötekidir, açlıkla tehdit edilir ve dışlanır.

Kadınların kaderi Patronların iki dudağı arasında değildir. Kendi seçimlerimizle bu zulmü yıkacağız.

16 yaşındaki Cansu’yu da

18 yaşındaki Tuğba ve 17 yaşındaki Nisa’yı da

Esma’yı da

Hanım’ı da

Şengül’ü de unutmayacağız. Hesabını soracağız.

Tekrar aynı acıları yaşamak istemiyorsak, bu sistemi değiştirmek için örgütlenmeliyiz. Hesabı kendimize de sormalıyız. Gerçekten hesap sormak istiyorsak. Aslında her şeyin cinsiyetçi bakışla şekillendiğini görmeliyiz. 16 yaşındaki Cansu neden okul yerine fabrikadaydı? Cansu çocuktu, Cansu yoksuldu. Fabrika da bir şeyler yanlış ama bilemedi, ses çıkaramadı. Çünkü Ona sessizlik öğretildi. Erk’e itaat öğretildi.

Üç çocuk anesi Esma yanlışı biliyordu. Belki ses etti, belki de edemedi patron işten atarsa çocuklar aç kalır diye...

Kadınlara görünmez olamayı öğretiyorlar. Evlerde, işyerlerinde, sokaklarda hayatı döndürüyoruz ama bizim gibi emeğimiz de görünmez kılınıyor. Buradan başlayabiliriz. Varlığımıza ve emeğimize sahip çıkmak için,

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü, her neredeysen kız kardeşlerinin yanında bir kortejde yerini alarak bu sesi büyütebilirsin. Kadın da insandır. Bu düzen değişmeli diyenlerle aynı yolu yürüyebilirsin.