Kosova’nın Prizren kentinde bu sene 1 – 9 Ağustos tarihleri arasında tertip edilen belgesel ve kısa film festivali XXIV. Dokufest, insan hakları mevzusundaki hassasiyetini inatla sürdürüyor.
Human Rights Dox klasmanında yarışan belgeseller arasında Dokunuşun Başkalarını Görünmez Kılıyor (Your touch makes others invisible) muhakkak ki dikkat çekici bir sinema eseri.
Sri Lanka’da Tamil azınlığından tahminen 100 bin kişinin kayıp olduğunu bize hatırlatan ibretlik belgesel seyirciyi devlet başkanının hakikatleri inkâr eden diskurlarına da maruz bırakıyor.
26 sene boyunca devam etmiş iç savaş hakkında dile getirilmesi hoş karşılanmayan tabu mevzular kurcalanırken kayıplarını arayan anneler aradan geçen uzun senelere rağmen kamera karşısında hisleniyor ve aynı zamanda aramalarını dirayetle idame ettirmekten de geri durmuyor.
Adada çoğunluğu oluşturan Sinhalalar’dan olmasına rağmen sinemacı Rajee Samarasinghe meseleye hassasiyetle eğiliyor ve mistik, paranormal, sembolik gibi kelimelerle tasvir edilebilecek, gayet estetik ifade biçimlerinden de layıkıyla yararlanıyor.
2025 Sri Lanka yapımı 70 dakikalık etkileyici belgesel daha önce Rotterdam Uluslararası Film Festivaline iştirak etmiş, Prismatic Ground’un programında da yer almıştı.
2009’da sona eren iç savaşın izleri muhteşem coğrafyanın mazisinden ihtimamla silinmeye çalışılırken devletin Tamil’leri iç mihrak statüsünden hâlâ çıkaramadığı gün gibi aşikâr!
Problem mültecilerde değil!
İnsan hakları ihlallerinin, hatta soykırıma yönelik gaddarlığın “kör gözüm parmağına” tavrıyla gerçekleşebildiği günümüz dünyasında hiç de yabancısı olmadığımız bir diğer pratik mültecilerin düşmanlaştırılması.
Sansasyonların peşinden koşan uluslararası medyanın zamanında fazla önemsemediği Venezuela kökenli kalabalık göçün Şili ayağı fazlasıyla manidar. Devletin tutamadığı vaatler yüzünden göç dalgasıyla nasıl baş edeceğini bilemeyen Şili’nin Kuzey bölgesi ahalisi gittikçe radikalleşiyor, milliyetçilikle beslenen güruhlar saldırganlaşıyor, mültecilere kolaylıkla “terörist” yaftası yapıştırılabiliyor.
Atakama çölü ve And dağları gibi çetin coğrafyaları aştıktan sonra Şili’ye varabilen mağdur göçmenlerin arasında istisnai karakterler olabildiğini anlasak da Şili güvenlik kuvvetleri ve polis teşkilatının yükselen ırkçılık dışavurumlarına sessiz kalması kabul edilir gibi değil.
Yönetmen hanesinde adlarını gördüğümüz Amilcar Infante ve Sebastián González Mendez mevzuya hassasiyetle eğilirken muhteşem sinematografi coğrafyaya hakkını veriyor.
2025 Şili yapımı 70 dakikalık Hoşgelmediniz (Si vas para Chile/Unwelcomed) belgeselinin künyesinde Hot Docs, Sheffield, Sidney gibi festivallerin olması siyasi ve estetik gücünü ispatlarken, devletlerin kendi problemlerini çözemedikleri durumlarda mültecileri günah keçisi haline getirme eğilimini layıkıyla teşhir ediyor.
Savaş kötüdür !
Savaşta hayatını kaybetmiş insan portrelerinin resmigeçidi belgeselin sonunda adeta yüzümüze çarpılıyor. Tecrübeli kadın belgeselci Alisa Kovalenko ailesini ve bilhassa 5 yaşındaki evladı Théo’yu bırakarak Ukrayna’nın gönüllü askerleri arasına katılıyor ve Rusya’ya karşı mücadele ederken erkeklerden müteşekkil bölüğüne bizi dahil etmiş oluyor.
Gelecek nesillere bir istikbal kazandırabilmek amacıyla kendini bu zorlu seçimi yapmak durumunda hisseden Alisa bizi cepheye sürüklerken oğluyla bazen cep telefonu aracılığıyla, bazen de günce formatında çektiği görüntülerle iletişimde kalıyor.
Savaşı layıkıyla sorguladığı gibi, her biri meslek sahibi gönüllü bölük arkadaşlarıyla arasında oluşan yakın ve samimi arkadaşlığı bir yoldaşlığa, hatta akrabalığa eşdeğer buluyor. Kısaca da olsa her biriyle alakalı anekdotları bu gayet kişisel filme yerleştirmesi sayesinde seyirci bilhassa şiirsel anlatım üzerinden üniformalılarla empati kurabiliyor.
CPH:DOX, Sheffield, ZagrebDox, Docudays UA gibi festivallerde boy göstermiş ödüllü belgesel Sevgili Teo (My dear Théo) savaşın saçmalığını bir kez daha gözümüze sokuyor. 2025 Polonya, Çek Cumhuriyeti, Ukrayna ortak yapımı belgesel belki de cephede bir kadın tarafından çekilmiş olduğu için bizi bu kadar derinden sarsıyor ve yoldaşlık hisleriyle bağlandığımız bunca insanın öldürüldüğünü duyduğumuzda şüphesiz isyan etmemize yol açıyor.
Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak
Her haliyle hırslı olduğunu belli eden sanatçı/sinemacı Lidija Zelović savaştan ötürü hayatı allak bullak olmuş insanlardan biri daha. Yugoslavya’nın dağılma süreci yaşanırken 1993 yılında Hollanda’ya göç etmek zorunda kalmış genç Lidija, yurdunda istikbal vaat eden bir televizyon sunucusuyken yaban ellerde yaşama tekrar tutunmaya çalışmış. Muvaffak olmasına olmuş da göç ettiği Hollanda’da mülteci olmanın cefasını ta başından itibaren çekmiş, üstelik akabinde kendi memleketinde de yabancılık çeker hale gelmiş ve fazlasıyla örselenmiş.
Yuva Oyunu (Home game) adlı belgeselde, senelerden beri elinden bırakmadığı kamerasıyla bizi yalnız şahsının değil, tüm ailesinin hususi dünyasına dahil ediyor. Muhtelif aile fertlerinin bakış açıları filme derinlik katarken Hollanda’da gittikçe belirginleşen ırkçılık Lidija gibi kendini farklı hissedenlerin daha da tedirgin olmasına yol açıyor.
Siyasi cinayetler, ayrımcı hükümetin dahil olduğu skandallar, sosyal kutuplaşma ve artan huzursuzluk bir yana, aşırı sağın siyasette güç kazanması ülkenin kolonyalist mazisini hortlatıyor desek yeridir. Fanatik milliyetçilerin söylemlerinde Faslılar ve Türkiyeliler esas düşmanlar olarak dile getirilseler de Lidija, kendisini Hollandalı hisseden ergen oğlunun istikbali hususunda haklı olarak endişe duyuyor.
2024 Hollanda yapımı 98 dakikalık belgesel dünya prömiyerini IDFA’da yapmış, Selanik, Lüksemburg, Zagreb, Tel Aviv, Bologna gibi şehirlerde festivallere katılmış, ayrıca Docs Against Gravity kapsamında Polonya seyircisiyle buluşmuş. Bu gayet kişisel sinema eserinde egosantrik ve narsist bakış açısının enerjisi baskın olsa da film bizi artan milliyetçilik, ırkçılık ve fanatizm hususunda ziyadesiyle uyarıyor.
Diktatörün mirası ihtimamla devralınır
Dünyanın en uzun ömürlü diktatörlüklerinden, Paraguay’daki Alfredo Stroessner’in iktidarı sona erdiğinde acılı coğrafyanın yepyeni bir istikbale doğru yöneleceği sanılmıştı. Oysa, askerî darbeyle 1954 yılında başlayıp 1989’da sona eren baskıcı rejimin vârisleri günümüzde ülkeyi hiç de demokratik olmayan biçimde yönetmeye devam ediyor. Dolayısıyla Bayrakların altında, güneş (Bajo las banderas, el sol/Under the flags, the sun) adlı muhteşem belgeselin öylesine kemikleşmiş bir yapıyı bırakın sarsmayı veya dürtmeyi, yüssüz yöneticilerine en ufak bir rahatsızlık vermesi bile mevzubahiz olamaz gibi görünüyor.
Berlinale’den başlayarak, Selanik, Sheffield, FID Marseille ile yolculuğuna devam eden ve Dokufest’e uğrayan ibretlik belgeselin, Uruguay’ın mazisine dışarıdan bakanlara tesir etmesi daha yüksek ihtimal.
Juamjo Pereira senaryosunu da yazdığı belgeseli birbirinden manidar arşiv görüntüleriyle oluşturuyor ve kronolojik olarak bizi “geçmişi boklu” ülkenin dolambaçlı dehlizlerine sürüklüyor. ABD güdümlü Condor operasyonu kapsamında, Latin Amerika’yı sindirmeye yönelik projenin Paraguay’da da tıkır tıkır işlediğini söylemeye bilmem gerek var mı?
Oysa kibirle dolup taşan propaganda filmlerinde rejime göre her şey toz pembe ve Uruguay ziyadesiyle kıskanılan bir diyar. Neyse ki küstah iktidarın kontrolü dışındaki ender görüntülerde polis şiddetine ve daha birçok çarpıklığa şahit olabiliyoruz.
Ülkenin hakikatlerini kamufle etmek için çekilen saçma sapan filmlerde de zaten rejim kendini ister istemez ele veriyor; herhangi bir yoruma ihtiyaç duyulmadan iktidardakilerin ne kadar riyakâr ve gülünç olduğu ortalığa saçılıyor.
2025 Paraguay, Arjantin, Fransa, ABD, Almanya ortak yapımı 91 dakikalık kıvrak arşiv kolajının Türkiye’de de mutlaka takdir edileceğine eminim.
İşgalci SpaceX
Dünyayı çok iyi idare ediyormuşuz gibi uzayda yeni yaşam alanları kurmak, Mars’a yerleşmek ve benzeri hayaller silsilesi neye hizmet ediyor bilinmez ama Elon Musk’ın SpaceX ile uzay faaliyetlerinde ABD devletiyle sidik yarışına girdiği muhakkak!
Zengin tabiatıyla tanınan Teksas eyaletinin Güney ucu mevzubahis şahsiyetin agresif projesi yüzünden arsızca işgal ediliyor, mıntıkanın ahalisi göçe zorlanıyor; gayet kaba saba metotlarla yasaklar empoze ediliyor ve bir zamanlar “Vahşi Batı” olarak tanınan dinamiğe benzer tutumlar tüm coğrafyada adeta kaideye dönüşüyor.
Uzaya fırlatılanların haddi hesabı kalmıyor, çöplerinin nelere malolabileceği asla hesaplanmıyor. Hırs tavan yapıyor, sorgulama veya utanma rafa kalkıyor; “Hem suçlu hem güçlü” her gün karşılaşılan bir çirkefliğe dönüşüyor.
Yönetmenliğini Julien Elie’nin yaptığı Değişken zeminler (Shifting baselines) adlı belgesel bizi ABD’nin robotlaşma yolundaki insan profiliyle yakından tanıştırıyor. 50’li yılların hiç inandırıcı olmayan kiç bilim kurgu filmlerinden birine şahit olduğumuzu sanırken coğrafyanın muhtelif yansımaları filmin estetiğini layıkıyla taçlandırıyor. Siyah beyaz çekimler puslu havada coşarken üsse dadanmış uzay çalışması fetişistleri, adeta insanlıktan çıkmış halleriyle seyircinin yabancılaşma hislerini katmerlendiriyor.
2025 Kanada yapımı 100 dakikalık belgesel sabırla izlenecek, kendine has bir tecrübeye dönüşüyor; Neoliberal kapitalizmde güç sahibi olanlara tapanların zavallılığını bir kez daha afişe ediyor.
HotDocs ve Sheffield gibi belgesel festivallerinde arzıendam etmiş olan belgesel başımıza gelebilecek felaketler hususunda astrofizikçilerin uyarılarıyla ayrı bir değer de kazanıyor.
Değişken zeminler 24.Dokufest’in çevreci filmlerin yer aldığı Green Dox klasmanında yarışıyor.
Don Kişot güncelliğini koruyor
İnsanlığın her geçen gün yaşamaya daha fazla itildiği kalabalık şehirlerin evrilmiş olduğu vaziyet, bir Don Kişot uyarlaması şeklinde seyirciyi büyülüyor. XXIV. Dokufest’in insan hakları yarışmasında yer almasa da Öğle Ortası Geceyim (Je suis la nuit en plein midi/I am night at noonday) festivalin Fiction/ Nonfiction klasmanında, Marsilya’nın dönüştüğü çirkinliği teşhir ediyor. Muhteşem siyah atının sırtında ve motosikletli Sanço’nun eşliğinde, kahramanımızın çağdaş versiyonu inşaatlarda heyula gibi vinçlere meydan okuyor, dev temel çukurlarına dalıp inşaat ekibini adeta paralize ediyor.
Soylulaştırma, özelleştirme gibi ejderhalarla boğuşuyor, her geçen gün sayısı artan, güvenlik bariyerlerinin arkasına saklanmış sitelerin ayrıcalıklarına isyan ediyor.
Muhteşem mazisiyle parlayan Fransa’nın eski medarıiftiharı Marsilya liman kentinin içine düştüğü sıradanlık afişe ediliyor; bu arada şehrin cefasını çeken, çoğu göçmen kökenli çalışanların uğradığı haksızlıklar, maruz kaldıkları ırkçılık da gözümüze sokuluyor.
Tüm bunlar yaşanırken Don Kişot rolündeki profesyonel at binicisi, harikulade Manolo Bez’in başına gelen kazaları küçümsemeyin sakın! Zaten filmin yönetmeni Gaspard Hirshi’nin mümkün olduğunca gerçekçi bir sanat eseri üretmeye çalışırken sınırları epey zorladığı rahatlıkla söylenebilir. Efendisi gibi şahane bir performans sergileyen Sanço rolündeki Daniel Saïd‘in ikide bir durum muhasebesi yapması, seyircinin kurmacayla kurmaca olmayan arasında gidip gelmesine, bazen kahkaha atmasına, bazen de “AMANIN!” diye haykırmasına yol açabiliyor.
2025 Fransa yapımı 81 dakikalık film zaten seyirciyi mütemadiyen diken üstünde tutuyor; lineer ve didaktik bir senaryo yerine aksak bir ritm eşliğinde, kahramanının örsellenmişliğini izleyicinin de teninde hissetmesine yol açan muhtelif anekdotları peş peşe sıralıyor. Kâh coşuyor, mücadeleye inanıyoruz; kâh depresif ruh hallerine gark olup pasifleşiyoruz.
Daha önce Cinéma du Réel’de, CPH:DOX’ta seyirciyle buluşmuş belgeselin Prizren’deki seyirciyi de ele geçirip, parmağında oynatıp, sonra karmaşık hislerle doluyken belirsiz bir noktaya fırlatması yüksek ihtimal!
Bu arada festivalin yarışma filmlerini değerlendirerek ağır mesuliyet altına girecek XXIV. Dokufest’in jüri üyeleri arasında tanıdık şahsiyetleri unutmamak lazım.
Mesela Balkan Dox klasmanının jürisinde Başak Emre, Blerina Hankollari ve Robert Tomić Zuber’le birlikte Balkan belgesellerine paye biçecek.
Çevre belgeselleri jürisinde ise Aslıhan Demirtaş, Lia Furxhi ve Karol Piekarczyk’le Green Dox ödülünün hangi belgesele verileceğine karar verecek.
Kendilerine kolaylık dilerim…