Sol’u olmayan ülke...

Sosyalizm; halkın yönetildiği değil, halkın kendi kendini yönettiği toplum inşası için bize teoriler ve pratiğe geçirebileceğimiz fikirler verir. Kurtuluşu işçilerin (işçi sınıfının) getireceğini söyler. Halkın gerçekten kendi kendini yönetebilmesi için kapitalizmin yıkılması gerektiğini savunur.

İnsanı sadece çalışmak üzerine kurgulamaz; eğlenmeye, dinlenmeye, bireyin kendisini keşfetmesine vb. Yönelik her türlü eylemi yaşamın merkezine koyar. Yani Sosyalist devlet, anlayışının temeline “insanı” oturtur.

Sol deyince ilk aklıma gelen duygular ise; eşitlik, özgürlük, vicdan, haysiyet, samimiyet, dürüstlük, umut, inat, güven ve onur. Sol’u olmayan bir ülke tasvirine girerken; sadece bu duyguların olmadığı ya da yitirilmeye yüz tuttuğunu düşünsek bile kulağa korkunç geliyor, değil mi?

Sol’u olmayan ülke

Bence en önemlisi umutsuz ve inançsız kalmak. Yarına olan inancın yitirilmesi çok korkutucu geliyor bana. Hep aynı günü yaşamak. Sabah uyandığında okula gitmek için hazırlanan evladına kahvaltı sofrası kuramamak, beslenme verememek ya da harçlık isteyecek diye korkmak. Yoksulluğun, sana olduğu gibi çocuğuna da yapıştırılan bir etiket olması, tutunacak bir dalın kalmaması ne kadar korkutucu değil mi? Öyle acılar yaşayıp, görüyorsun ki tutunamıyorsun. Hiçbir şeye, hiç kimseye inancın kalmıyor, bencilleşiyor insan.

Önce “yeter bu kadar acı, bu kadarı fazla bana” diyorsun. Sonra bağımlılıklarda ya da tüketim çılgınlığının anlık hazzında arıyorsun mutluluğu. Çıkamıyorsun bu sanal çemberden. Ülke yangın yeriyken başını öteye çevirmek. Kötülüğün sana da uğrayabileceğini düşünmeden vicdanını susturmak. Adalet için çıkan her sese kulak tıkamak. Az da olsa vicdanı kalmış her insanı, her kitleyi küçümsemek... Çünkü onlar sana vicdanın olduğunu hatırlatıyorlar.

İnsanın kaybolduğu yerde, her türlü inanç taciri girer mutsuz hayatlara. İktidar da devletin her kurumu ile eşlik eder bu oyuna. Çocuklar “eğitim yoluyla” karanlığa teslim edilir. Sanat yobazlığın elinde yaratıcılıktan uzak, hissiz ve soluksuz kalır. Hayalleri olanlar hor görülür. Herkes tek bir kalıptan çıkmış gibi tek tip olmaya zorlanır. Böylece hiç bir şey değişemez, gelişemez olur. Sanat susar, bilim susar, insan susar. Topyekun bir ülke cehalete teslim edilir.

Evine ekmek götürme telaşı artık her şeyin üstündedir. Bundan sonra çocuklar aç, susuz gezerken kafanı kuma gömer hale gelirsin. Başkasının acısı artık senin acın olmaz. Battığın geçici haz çukurundan çıkamaz olursun. Etrafındaki yoksulluk seni rahatsız etmeye başlar. Önce TV kanallarını, sonra mahalleni ve çevreni değiştirip, kendin gibilerle ülke gerçeğinden uzak yeni bir dünya yaratırsın.

Bazen “başkasının çığlıklarını” duyarsın ama artık başkasındır, dünyasız gibi. Bazen, belki çığlık atanların yanında durursun, belki de dert senin değil diye umursamazsın. Çünkü sorgulamayı unutturdular sana. Gündüz kuşaklarıyla oyalayıp, gece kuşaklarıyla “her şey yolunda” dediler:

“Şimdi git uyu yarın iş var. Sana kalmadı bu işler, büyüklerin düşünür. Siyaset yapma, çünkü siyaset yapmak başkalarının işi”

Sonra bir sabah kalktığında gidecek işin kalmamış. Ya da iş yerin sen içindeyken birilerine satılmış. (halkın olan her şey gibi) Sonra başlıyor yeni patron; “ Sendika olmaz, hak verilecekse ben veririm” diyor. Belki bir süre inanıyorsun ama hakların verilmeyince, “bir terslik var” diyorsun. Maaşın, ikramiyen, özlük hakların, bir bir eksiliyor ve elinden alınıyor. İşte burada sorgulamaya başlıyorsun . Geliyorsun; “Sol’un eksikliğinde düştüğümüz yerden nasıl kalkacağız?” sorusuna. “Haklarım var, ben de bu ülkenin vatandaşıyım” diyorsun ama kimse dinlemiyor. Devletin kurumları sermayeye teslim olmuş. Sen de sermayeye teslim oluyorsun ve “eşitsizlik” artık sadece sıradan bir kavrama dönüşüyor.

Kadınlar isyan ediyor; çünkü sermaye en çok onları eziyor. Ataerki şekil değiştiriyor, şiddetin her türlüsü evlere yerleşiyor. Erkekler de onlardan bekleneni yapamıyor; eşine/annesine ev alamıyor örneğin, evini geçindiremiyor, çoluk çocuğuna bakamıyor. Hal böyle olunca yeni bir “erkeklik” inşa ediyor kendisine. Patrona isyan edemiyor, eşine çocuğuna tahakküme başlıyor. Devlet de destekliyor bu tahakkümü, yeter ki bu öfke patrona yönelmesin. Sigortasız, güvencesiz, karın tokluğuna çalışmaya razı oluyorlar. Çocuklar yatağa aç giriyor...

Eşitlik, özgürlük talepleri her yerde.

Yazının başında tasvir dedik ama tüm bunları yaşadık ve hala yaşıyoruz. Ülkemizde Sol’un tarihine baktığımız da farklı seslere tahammül edememiş iktidarlar görüyoruz. Sosyalistlerin sözlerinin halka ulaşmasına geçit verilmemiş, sözleri susturulmuş. Sermaye; “hakkını bilen halk, bir gün hakkını ister diye” korkmuş. İktidarlar; “bir sonraki seçimi alamayız” kaygısıyla sermayeye teslim olmuş, hak savunucularını terörist olarak yaftalamaya başlamış. İktidarların sadece hakkını araya işçileri ve onlara öncülük eden sosyalist devrimcileri değil, işine gelmeyen herkesi terörist ilan edebileceğini artık çok iyi biliyoruz. Evladını yitirmiş, katilini arayan babaya, toprağını, zeytinini, doğasını savunan köylüye de terörist dendiğini, biliyoruz.

En çok ahlak diye bağıranın ahlaksız olduğunu, din diye bağıranın din tüccarı olduğunu, vatan-millet diye bağıranın; vatanın toprağını, fabrikasını, tersanesini, madenlerini satanlar olduğunu bugün zor yoldan da olsa öğrendik.

Bugüne dair...

Seçilmiş milletvekili Can Atalayın bir yazısından alıntıyla bitirelim:

“Geniş halk kitleleri günlük her sorunun kapitalizmle ilişkisini çıplak biçimde görselerdi, sosyalistlerin işi epeyce kolay olurdu. Şu andaki gündemimize bakalım. Bir otoriter rejim var ve iktidarın bütün olanaklarını kullanarak kendini kalıcılaştırmak hedefiyle her yola başvuruyor. Siyasetimizin esası güncel duruma müdahale etmektir. Derdimiz siyasette ayrımlara, detaylara boğulmak değildir. Derdimizin, “günün gerçeklerine ve gereklerine ayağını sıkıca basan etkin bir siyaset arayışı” olduğunun altını yeniden çizmek isterim. Kitlelerin eşitlik ve özgürlük mücadelesine kazanılmasının ön koşuludur. Gerekçesi basittir: “Ütopyalar ve teoriler ilham verir, yol gösterir ancak toplumsal dönüşüm, somut koşulları esas alan somut siyasetler üzerinden gerçekleşir.”

Can Atalay’ın saptamalarının hepimize ışık olmasını umut ediyorum. Halkın seslerinden biri olan Can Atalay hala iktidarın esiridir. Silivri cezaevinden sesini duyurmaya devam ediyor. Bizlere düşen de bu sesi büyütmektir.

Neboş “hiçbir şeyin sol olmadan başarılamayacağını anladım. Düşecek gibi oluyorsun” diyor. Ne güzel bir tarif. Düşe yazdık solsuz. Artık uyanma vakti. Sol kolumuza ihtiyacı tekrar anlayıp düşmekten kurtulma zamanı. Solda birleşme zamanı.

Hiçbir korkuya benzemez halkını satanın korkusu!

Bu yazıyı Medya yazar yazarlarından Neboş’un, “Neboş ezilenlerin yanında acılarını yaşarken ezilmişlerin, kendi acısını da yazıyor” yazısından ilham alarak yazdım. Sola bakışta anlamanın anlaşılmanın (birleşmenin)keyfiyle yazdım. Neboş’a sevgi ve saygılarımla iyi ki varsın.